Cuma, Haziran 17, 2016

“Özür Diliyorum” Kampanyasına Katılmayacağım

Ermeni olaylarının nasıl geliştiğini tüm yanlarıyla bilmiyorum. O nedenle de ahkam kesemiyorum. Sadece Anadolu’da Kurtuluş Savaşı sürerken, Malta’da sürgünde bulunan ve Ermeni olaylarına karıştıkları iddia edilen kişiler hakkında, başta İngilizlerin, bu savların doğruluğunu açıklığa kavuşturmak için her türlü imkana sahip olmalarına rağmen, herhangi bir kanıtlamaya sahip olmamalarını ilginç olarak not ediyorum.
'Biz biliyoruz, Türkler soykırım yaptı, arşivlerimizde deliller var' deyip, parlamentolarından garip yasalar çıkaran ülkeler, anlaşılan arşivlerindeki bilgi ve belgelerin objektif olduklarından, belgeleri oluşturanların yansız davrandıklarından kuşku duymuyorlar. İlginç olan bir başka husus, arşiv bilgilerinin bu ülkelerle Türkiye arasında değiş tokuş edilip edilmediklerinin açıklığa kavuşmamış olması. Ancak belki de en ilginç olan husus, Ermeni katliamının olduğunu iddia edenlerle, katliam olmadığını savunan Türkiye'nin bir türlü veri tabanını nihai hale getirip, tarihçilerden oluşan bir komisyonun tetkikine sunamamış olmaları, Ermenilerin Türkiye'nin geliştirdiği tarihçilerden oluşan ortak komisyon kurulması teklifine karşı çıkmaları. Bölük pörçük elde edilen ve ne denli gerçeği yansıttıkları belli olmayan belgeler üzerinden sürdürülen polemik kimin işine yarıyor, onu da ciddi merak ediyorum.
Her halde tarihin derinliklerinde kalmış, insanlığın bugünkü olgunluğa erişmemiş olduğu zamanlarda bugünün  insanını utandıracak olaylar mutlaka vardır. Bu durum, kuramsal olarak biz, şu anda yaşamakta olan Türkler için de geçerlidir, diğer ülkelerin insanları için de.
Almanya’nın soykırım yaptığını kabul etmiş tek ülke olarak hatırlanması, gerçi doğrudur. Ancak, Almanya’nın da bunu bir asalet gereği ya da sonucu olarak yaptığını düşünmek mümkün değil. Bir kez böylesine bir olay Dünya tarihinde ilk kez meydana geliyordu. İkincisi, Soykırım cürm-ü meşhut halinde tespit edilmişti ve suçun üzerine hemen gidilerek, zaman aşımına uğramasına da imkan tanınmamıştı. Suçu tespit edenlerin işgali altında olan bir Almanya’nın itiraza kalkışması da söz konusu olamazdı. Kaldı ki, sonrasında olay, NAZİlerin yaptığı bir melanet olarak yorumlanmaya başladı. Alman halkının bu katliamlarda adeta hiç bir katkısı, etkisi ya da suçu yoktu sunumuna dönüştü .
Almanya dışında – bildiğim kadarıyla geçmişindeki utanılacak olay(lar)la yüzleşen – başka bir ülke yok. (Yazıyı, 2005 yılında yazmıştım. Sonraları, yanlış hatırlamıyorsam,  Kanada ve Avustralya'da  hükümet boyutunda batılıların ülkeyi işgal ederken öldürmüş oldukları yerlilerden özür dilenmişti. Özürleri yaşamakta olan yerlilere adresliydi. Yaşamakta olanlar da ya kimliklerini kaybetmiş, tümüyle entegre olmuşlardı, ya da çok küçük bir azınlık olarak ilkel yaşamlarını sürdürüyorlardı.)
Böylesine olayların deşilmesi, kötülüklerin hatırlanması ve hatırlatılması, bunlardan hareketle, amaçları ne olursa olsun, kişi ve kuruluşların türetilmiş yakıştırmalara yönelmeleri, bugünün dünyasında insanlar ve halklar arasında olumsuz duygulara yol açacak, zamanın törpülediği ‘düşmanlıkların’ hortlaması sonucunu üretebilecektir. Pandora kutusunu açmak, istenen bir şey olamaz.
Yine tarihçi olmadığım için bilmediğim Türklere yönelik kitlesel katliam olayları da Pandora kutusundan fışkırabilir. Belki de bu yüzden yukarıda değindiğim arşivlerin tümüyle açılması, Türklerin de uğradığı mezalimin ortaya çıkması, geçmişte kalması gereken insanlık ayıplarının öğrenilmesiyle, halklar arasındaki sevgi ve karşılıklı güvenin yerine düşmanlıkların yeşermesi önlenmek istenmiştir/istenmektedir.
Arzu edilemeyecek böylesine bir gelişmeyi önleyecek mekanizmayı kurmak ve işletmek, mümkün olsa dahi, olağanüstü zor. Nihai tahlilde ifade özgürlüğü var.
Bu tür çalışmaların devletler ve halklar arasında, olumsuz gelişmelere yol açmasının önlenmesi, bütün ülkelerin ABD dahil, kendi tarihleriyle yüzleşmelerine ve özeleştiri yapmalarına bağlı. Tencere dibin kara, seninki benden kara konumu, değişen dünya koşullarına uygun olarak bir ya da birkaç ülkenin diğerleri tarafından hedef tahtası olarak kullanılmalarını en azından güçleştirir.
Hiç bir halkın bir diğerinden daha kötü, aşağılık olmadığını düşünürüm. Tekrar ediyorum; her halkın geçmişinde günümüz değerleriyle utanılacak olaylar yaşanmıştır. Bunlardan üzüntü duymamak da mümkün değildir.
Günümüz değerlerini içselleştirmiş bir kişinin, bir insanı meşru müdafaa halinde öldürmüş olması halinde bile, izleyen gelecekte bundan pişmanlık, üzüntü duymasının kaçınılmaz olduğunu düşünürüm.
Psikologlara ya da konunun diğer uzmanlarına sormadım, ama acaba yine çağdaş değerleri içselleştirmiş bir kişinin adam öldürmüş olmasına rağmen, hiç bir pişmanlık ya da üzüntü duymayacağı haller var mıdır? Samimi olarak kendime sorup yanıt alamıyorum. Bir insan, ailesine tecavüz edip öldürmeğe çalışan birini öldürdüğünde, sonrasında neler hisseder, acaba? Allah kimsenin başına vermesin; sonraları ölenlerin mezarlarını ziyaret ettiğinde, ‘rahat uyuyun, intikamınızı aldım’ mı der, yoksa ‘ben niye bir insanı öldürdüm’ diye acı mı çeker?
Günümüz dünyasında hala baskı altında yaşamlarını sürdürmeğe çalışan, halen hatta kitlelerle öldürülenler, öldürülecek olanlar var.
İnsan türünün bir üyesi olarak, başkaları tarafından öldürülen Türklerin, Türkler tarafından öldürülen Türk olmayanların, Türkler tarafından öldürülen Türklerin, dünyanın diğer coğrafyalarında başkaları tarafından katledilenlerin acılarını yüreğimde hissediyorum. İnsan olarak insanlardan özür diliyorum. İnsan türünü böyle yaratan Tanrı’ya da serzenişle sesleniyorum.
Bu duygu ve düşüncelerimle imzaya açılan/açılacak olan Özür Diliyorum kampanyasına katılmayacağım.


Not: İtalik karakterler, 2005 yılında yazdıklarıma 2008 yılında yaptığım eklentileri ayırt etmek için kullanılmıştır.  
Politikacının ruh sağlığı bozulamaz mı?

Tanınmış üst düzey yöneticilerinin her sözü ve eyleminde iki farklı süreç başlıyor: ‘O’ söylediği için mutlaka bir bildiği vardır, türünden yorumlanıyor, ya da hedef tahtası durumundaki adamın söylediği şey, yaptığı iş kafadan yanlış oluyor. Muhalifler, bu adam delirdi diye kafa sallıyorlar.
Bu iki sürecin de dışında kalınması aslında en doğrusu.

Başbakan geçmişte de medyaya tehdit mesajları göndermişti, hortumlarını kestiğini vs. söylemişti. O zaman da düzeyi düşük bir polemik, yine düzeyi düşük bir üslupla başlatılmıştı. Yine, muhtemelen kendi üzerindeki kontrolünü yitirdiği bir zaman aralığı içinde idi. Ne zaman ilk kez dile getirildi, hatırlamıyorum, ama bay Erdoğan'ın bu tür ‘çıkışlarını’ şeker sorununa bağlayanlar oldu. Bu tür açıklamalara da karşı çıkan olmadı diye hatırlıyorum. Oldu da benim gözümden kaçtıysa; özür dilerim.
Tabii ki her adem gibi siyasiler de önemsiz olabileceği gibi çok önemli hatalar yapabilir, saçmalayabilir. Ancak önemli ya da önemsiz hataların ruh hastalığından kaynaklanması ihtimal dışı olmamakla birlikte, zorunlu olarak ruh hastalığına işaret ettikleri düşünülemez. Bir liderin garip çıkışlarını rasyonel temellerde aramak mümkün. Bu tür bir arayış, doğal olarak, hangi pencereden bakılırsa bakılsın, hırçınlığın doğruluğu/yanlışlığı, yararı/zararı hakkında bir hüküm içermek zorunda değil. Sadece bu tür çıkışları yapmak için insanın çıldırmış, ruh sağlığını yitirmiş olmasının zorunlu olmadığını açıklamaya yönelik.
Ancak, tam bu noktada şöyle bir soru geliyor aklıma. Sağlık, yaşayanlar için kaybedilme tehlikesini içinde saklayan bir hazine değil midir? Siyasetçiler/başbakanlar bu tehlikeden muaf mıdırlar? Tıp dünyası farklı hastalıklar için, bu hastalıklara yakın, ya da bu tür hastalıklara kapılma riski yüksek insan kümeleri üzerinde çalışmalarını sürdürüyor. Hafızam beni yanıltmıyorsa, belli bir yaş öncesinde dinsel temalar üzerinde öğrenim gören çocukların ruh sağlığının çok daha büyük tehdit altında olabileceği üzerinde de bulgular vardı. Saplantılara sahip olmak, fanatik konumunda bulunmak ne denli sağlıklı bir ruh yapısına işaret etmektedir? Zihin ve ruh yapısı birbirlerini etkilemiyorlar mı? Benzer bir olayda deli olan veya olmayan benzer bir tepki veremez mi? Tepkiler benzer olduğunda delinin akıllı, deli olmayanın deli olduğuna hükmetmek tehlikesi var mıdır? Ya da deli ile deli olmayan uzaktan nasıl ayırt edilebilecektir?
Ruh sağlığını yitirmeğe başlayan kişi, bunu elaleme ilan etmek üzere kafasının üstüne huni yerleştirmeyeceğine göre, büyük sorunlara yol açabilecek ölçüde sağlığını yitirdiği kimler tarafından, nasıl anlaşılacak? Mutlaka bir bildiği vardır türünden ön yargıyla yaptıkları değerlendirilen kişinin hasta olabileceği akla gelecek midir? Ya da, muhaliflerin bu adam çıldırmış olmalı türünden söylemleri,  'zaten bunlar muhalif' ön yargısıyla göz ardı edilmeyecek midir? Kişinin paranoyak olmasının takip edilmediği anlamına gelmediğinin öğrenilmiş olması, bu bilginin yaşamda kullanılabildiğine işaret etmekte midir?  Ülkenin kaderini elinde tutan bir kişinin ruh sağlığını yitirmeye başlaması (öyle bir durum varsa eğer) durumunda ne olacak? Siyasi polemikler nedeniyle, acilen alınması gereken önlemlerin ertelenmesi, hatta hiç alınmaması söz konusu değil mi? Böyle bir durumda çalışması gerekli mekanizmalar var mı?
Demokratlığı içselleştirmiş bireylerden oluşan toplumlarda, nesnel gözlem, duygusallıktan uzak sorgulama yapılması son derece normal ve yaşamın her alanında  çoğunluk arz ediyor. Az gelişmiş demokrasilerde ise yöneticilere taraftarlarından veya muhaliflerinden duygusal yüklemeler yapılması olağan. Ve de bu yüklemeler temyiz edilemeyecek mahkeme kararları gibi; kesin. İnsanların büyük çoğunluğu nesnellikten uzak.
Yöneticilerin ruh sağlıklarını sürdürmeleri her düzlemde çok önemli. Ama siyasi bir üst yöneticinin ruh sağlığını kaybetmesi, üreteceği sonuçlar itibariyle çok daha büyük bir öneme sahip. Siyasilerin ruh sağlıklarını yitirme ihtimaline karşı, Türkiye'de ve/veya bir başka ülkede herhangi bir önlemin alınmış olduğuna dair bende bir bilgi yok.

Dilerim, yaşanan krizlerin çok daha kötüsünü yine alınmamış önlemler dolayısıyla ruh sağlığını yitiren yöneticilerden kaynaklanan delilikler sonucunda yaşamayız. 
DİN REFERANSLI DEVLET ANLAYIŞI DIŞ POLİTİKA KAPISINI ZORLUYOR


Türkiye’yi salt kendi içinden ve iç dinamikleriyle değil, Dünya üzerindeki Türkiye’yi küresel gelişmeler içinde, iç-dış dinamiklerin çok boyutlu sentezleri ile görmeğe çalışıyorum.
            Bilgim yetmiyor. Tek bir kişinin bilgisinin yetmesi bizatihi mümkün değil.
Türkiye’nin gerçek gündemi ne? Ya da ne olmalı?
Kişilere göre değişiyor. Kimileri ise bu soruyla hiç ilgilenmiyorlar bile, kendilerine göre daha önemli gündem maddeleri var; partideki iktidarımı nasıl sürdürebilirim, türünden!
            Bana göre Türkiye’nin gündemi İstanbul’da yanlış hatırlamıyorsam, 2007 Temmuz ayının ortalarında STK temsilcilerinin katıldıkları toplantılarda ortaya konan ‘Türkiye’nin yol haritası’ olmalı.
            Bugün yol haritasından söz eden yok. Anayasa’ya kilitlenmiş durumdayız. Tarhan Erdem bu konuya ‘Anayasa ilkeleri üzerinde anlaşmak gerekir’ biçiminde yaklaşıyor. Galiba geniş ölçüde yalnız kalıyor, ne yazık ki.
            Ben, Anayasa’ya hakim olacak ilkelerin, ‘Türkiye’nin Temmuz ayında STK temsilcilerinin belirlediği yol haritasının gerçekleşmesine imkan vermeleri gerekir’ diye sloganvari bir başlık atıyorum. Bu başlığın altının doldurulması gerek tabii. Bir somut ilke önerisi; 1a: Özgürlükler genişletilsin, TCK Md.301 ve benzerlerinin yer almalarına izin vermeyecek bir Anayasa olsun, 1b: Özgürlüklerin kullanımına devletin de,  bireylerin/gurupların da –örneğin genel ahlaka aykırı, milli menfaatlerimize uygun değil, dinimize aykırı gibi gerekçelerle-  müdahale edemeyecekleri bir yapı oluşturulsun.
            Dinci basına şükran mı duymalı, nedir? AKP’nin söylem ve eylemlerini hayli silik, hayli sönük, hayli hoşgörülü değerlendiren/eleştirenler, kendi yaklaşımlarını değerlendirmeye başladılar. Bay Çiçek gibi tanrı vergisi bir takım özelliklere sahip bir taşı satranç oyununda devreye sokmamak olmazdı; direnme cephesinde zafiyet oluşturmak ona düştü.
            Ülke içine kilitlenenler gelişmeleri ülke içindekilerle sınırlıyorlar. Oysa dış gelişmeler de yok değil. Maalesef TÜSİAD dahi bu alana girmedi.
            Tüm olayları değil, ama birkaç olayı birbiri peşinden sıralarsak belirli bir dış politika çizgisi oluşuyor:
-          İran’ı nükleer çabalarında haksız görmeme eğiliminde tek ‘batılı’ ülke Türkiye
-          İsrail’i ‘batılı’ ülkeler içinde RTE niteliğinde eleştiren bir başkası yok
-          Ahmedinejad’ın İsrail’in haritadan silinmesine yönelik sözleri batılı ülkeler içinde en düşük profilli tepkiyi Türkiye’den aldı.
-          Hamas’ı davet eden tek ‘batılı’ ülke Türkiye
-          Bn. Rice’a mektup yazmak son derece normal bir olay olmasına karşılık, Bn. Rice’a bir ABD gazetesinin sayfalarında hitap etmek gibi bir garabet B. Gül’den kaynaklandı
-          Ortadoğu coğrafyası içinde İran’a en sempatik yaklaşan ülkelerin başında Türkiye
-          Fransa, ardından Almanya’nın ABD’yi İran’ın politikalarına karşı önlemler bağlamında destekledikleri ortamda, Türkiye tersini yapıyor
-          Suriye-Türkiye yakınlaşması çözülmesi zor bir şifre niteliğinde
-     Türkiye ile İran enerji alanında işbirliğine yöneliyorlar
Tüm bunlar Türkiye’nin büyük ülke, büyük devlet ve bölgesel güç olduğu ve bu konumuna uygun hareket etmesi gerekir açıklamalarıyla yapılıyor. Geniş ve derin strateji. Galiba gerçekten öyle. Türkiye, AKP yönetiminde, sistematik biçimde batıdan uzaklaşıyor, muhalefetin sessiz alkışları, kimi zaman hatta açığa çıkan zımni destekleri ile.
            Türkiye adım adım Ortadoğu bataklığında ilerliyor.
            1964 yılında Mümtaz Soysal hoca, mealen, ‘Anayasaların en büyük önemi, çiğnendikleri taktirde, Anayasayı savunanlara referans temeli teşkil etmesidir’ diyordu. Ortadoğu bataklığına saplanmış durumdaki bir Türkiye’de böyle bir referans temeli ne anlam taşıyacak ki?
            Türkiye’de din referanslı bir devlet mümkün mü? Dünya bunu kaldırabilir mi?
            Din referanslı bir yönetim altında Türkiye sınırlarını koruyabilir mi?
Her hal ve karda dış politika, milliyetçi/ulusalcılarımızın aymazlıkları sonucunda, şeriata geçit veren bir kapı olmuştur. Liberallerimizin genel desteğini anımsamamak büyük bir haksızlık olur.
Kahrolsun ABD/AB emperyalizmi; Ortadoğu’dan alkış!
Ortadoğu’dan ‘yaşasın şeriat’ bağırtıları.  
Kadınlarımız korkmasın (zevk alsın)! Erkeklerimiz de!
Türkiye ne Malezya, ne de İran’dır. Türkiye, Türkiye’dir.
Ve de Ortadoğu’ya yapıştırılmaktadır.

Tarih, dangalaklığın bu denli yaygın biçimde paylaşılmasını açıklamakta her halde hayli zorlanacaktır. 
Direkt (dolaysız), Hatt-ı Taarruz Değil Sath-ı Taarruz.

Nokia, Bochum’daki tesisini kapatıyor. Almanya baştan sona çalkanıyor.
Nokia, Almanya’daki işgücünün yeterince kaliteli olmadığına işaret ediyor. Bu nedenle Bochum’daki tesislerini kapatmak durumunda kaldıklarını ileri sürüyor. İzleyebildiğim haber/yorum kanalları bu açıklamaya itiraz ediyorlar. Romanya’ya kaydırılacağı düşünülen tesislerin, Almanya’daki işgücünün kalitesindeki işgücünü bulabilmesinin mümkün olmayacağına işaret edenler çoğunlukta. Sorun asgari kaliteyi sağlayan işgücünün maliyeti.
Romanya asgari kaliteyi sağlıyor, daha düşük maliyetle. Nokia oraya gidecek. Ve Almanya çalkalanıyor. Cihat çağrıları yapılmıyor. Nokia tesislerini bombalamayı düşünen de yok gibi. Çalkalanıyor, bu gibi sorunların üstesinden nasıl gelinebilir, eğitim sisteminin re-organizasyonu gerekli mi, nasıl? gibi sorulara cevap ararken.
Anlaşılan Alman çalışanlarının öz güvenleri hala ciddi bir yara almamış ki, hala kendilerini güvende hissedenler % 75 düzeyinde. Sadece % 25 uyanmış ve endişeli. 
Dünya çalkalanıyor: ABD’de başlayan ekonomik “sıkıntı” stagnasyon mu, resesyon mu, boyutu ne, küresel sorun olmadan çözümlenecek mi, sorularına yanıt ararken.
Türkiye’nin gündemini işgal eden üç konu, Türkiye’yi çalkalıyor. Aslında 2+ sorun olarak da düşünmek mümkün. Türban birinci konu, Merkez Bankası’nın İdare Merkezinin (Genel Müdürlük diye adlandıran RTE’nin genel bilgi ve konuşma kalitesinden farklı bir şey beklemek mümkün değil) coğrafi yeri. 2+ olarak tanımladığım sorunun kalanı Anayasa ile ilgili tartışmalar.
Dünya gündeminin tümüyle dışında, dünya gündeminden farklı bir Türkiye gündemi. Bilerek ve isteyerek yarattığı gerginliğin müsebbiblerini karşıtlarında bulan, su akışının altındaki kuzuyu suyu kirletmekle suçlayan su akışının üst tarafında yer alan kurt davranışını, RTE, muhteşem bir pervasızlıkla sergiliyor.
PR, reklam, manipulasyon gibi araçların kullanımının etkinliğini ölçmem mümkün değil. Görebildiğim kadarıyla bu araçların etkisiz olduğunu ileri sürmek de mümkün değil. Hadi Baykal gibisi her şeyin en iyisini kendisinde bulduğu için bu konular üzerinde düşünmeyi gereksiz görsün. Ama sağlıklı düşünebilen, normal insanlara ne oluyor? Multi disciplinary takımlarla sosyolojik veriler üzerinde PR aktivitelerini örgütleyemezler mi? Halkın/bireylerin sıkıntıları bitti de, olmayan sorunlara (alternatif) çözüm üretmek mümkün olmaktan mı çıktı?
Arap barbar kültürüne teslim mi olunacak? Çıkış yok mu?
Bence var.

Ne yapmalı:
Gündem oluşmasında ortak olmak zorunlu. RTE’den farklı olarak Türkiye’nin gerçek gündemi vurgulanmalı, halk nezdinde kabul görmesi sağlanmalı. İşsizlik, kadın/insan hakları, adalet, asayiş, aile içi ve toplumsal şiddet, anketlerde ortaya çıkan halkın öncelikle  önem verdiği diğer konular ile dünyanın gündemini oluşturan konuların gündemi belirlemesi sağlanmalı 
Gündem, çözüm önerilerini de içermeli.
RTE’nin oluşturduğu gündemin geçersizliği karşı argümanlarla ortaya konulmalı, halkın RTE’nin aslında sadece ‘artizlik’ yaptığı gösterilebilmeli, toplumun enerjisinin RTE’nin oluşturduğu sahte gündemlerde israfı önlenmeli, gerçek gündeme yönlenmesi sağlanmalı, Türkiye’nin gündeminin dünya gündemi ile paralel hale gelmesi gerçekleştirilebilmelidir.
Liste genişletilebilir.

Kim yapmalı?
STK’lara öncelik tanınmak suretiyle siyasi partilerle işbirliği içinde götürülmeli. “İlgili” alanda koşulların elverdiği ölçüde  sağlıklı ve açık belirlenmiş bir görev dağılımı ile. Her hal ve karda kamuya yansıyan niyet ve tartışmalardan kaçınılmalıdır.

Nasıl yapmalı?
Aydın kesiminin önde gelenleri (kanaat önderleri) ile yakın temas ve onların ikna edilmesi ile medyanın etkin kanadının desteğinin alınması gerekir. Bu bağlamda bire bir markaj önemli. Diğer bir deyişle kişisel dostluklardan da yararlanılarak, yüz yüze adeta kesintisiz temaslarla kanaat önderlerinin asgari müştereklerde birleşmesine gayret edilmeli  Küresel destek kesinlikle ihmal edilmemeli.

Nerede yapmalı?
Türkiye’de ve tüm dünyada.

Ne zaman yapmalı?
Yukarıdaki konularda tatmin edici ayrıntıda planlamanın sonuçlanmasıyla birlikte, hemen.

Yukarıda genel çatısına değinilen 4N+1K formülünün içini dolduracak multi disciplinary takımın doğru kişilerden oluşması son derece önemli. Bu kolay olmayabilir. Ama hedeflenen işin başarılması da kolay değil. Kolay olsaydı, zaten, ben de yapardım.


NOT: BUGÜN 17.06.2016. AYNI SORUNLAR, AYNI ÖNERİLER.

Salı, Ekim 09, 2007

Referandumlu Dönem - Terör

TÜRKİYE NEREYE GİDİYOR? Ve de sözün bittiği yer

Ekim 07 itibariyle Türkiye yeni bir Anayasa süreci içinde. Bu süreç bir referandumla sona erecek.
Şu anda cumhurbaşkanının 7 yıl için seçilmiş olduğu konusunda hiç kimsenin tereddüdü yok.
Bundan böyle cumhurbaşkanı seçiminin nasıl olacağının yeni Anayasa’da düzenlenmesi için herhangi bir engel yok.
Eylül ayında verilmeye başlanan oylar içeriği dünden itibaren geçerli olmayan referandum için kullanılmıştı. Dün akşamdan itibaren yeni bir referandum konusu var. Bu konuda Deniz Baykal’ın (bu kez doğru duruş) ve ‘normal’ düşünen pek çok yazarın yazdıklarına ekleyecek bir şey yok.
MHP’nin ve DTP’nin eşi benzeri ancak çok geri siyasi coğrafyalarda rastlanabilecek böylesine hukuki ve akıl dışı saçmalığa neden destek verdiğini anlamak pek mümkün değil. Olsa olsa geçmişte sadece olumsuz eleştiriye kilitlenen CHP’nin seçim başarısızlığından çıkarttıkları ders(!) olmalı; ifrat – tefrit.
AKP’nin bu referandum’da ısrar etmesini, RTE’nin sözlerinde ifadesini bulan ‘referandumlu dönem’e geçişin ilk basamağı olarak yorumlamak mümkün.
Doğrudan demokrasi, halka sormak gibi hoşlanılacak sloganlarla lanse edilecek bu yaklaşımın, referandum uygulamalarının yol açacağı gelişmeleri (kanımca büyük tehlike ve zararlarını) üniversitelerin, baroların, anayasa hukukçuları ve siyaset bilimcilerinin yoğun ve sık yapacakları değerlendirmelerine ihtiyaç var. Medya desteği çok önemli.
Yoksa bugün Bahçeli’nin yaptığı, Irak’a operasyon referanduma götürülsün türünden öneriler gün gelir gündeme oturur. Anayasa’ya aykırı hükümler, yargı denetimi dışında referandum yoluyla uygulamaya konulur (Ramazanda açık lokantalara ceza).
Referandumlu dönem, çağdaş demokrasilerdeki check & balance sistemini yok eder. İdam iplerini güzel ambalajlar içinde sunan ve onlara destek çıkan yaklaşımlara bugünden karşı çıkılmadığı taktirde ileride hiç karşı çıkılamayacak.

TERÖR KONUSU
Üzüntüyü paylaşmamak mümkün değil. Evet sözün bittiği yer.
KK Komutanı’nın tespitlerine katılmamak mümkün değil.
AKP’nin güneydoğudaki başarısına, örneğin, CHP de ortak olabilseydi, son olaylar yine gerçekleşmiş olabilirdi. Ancak eğilim önemli. Terörün gerileme sürecine girmesinin belirtisi, siyasi partilerin doğu ve güneydoğuda oy alabilmeleridir. İdeolojik savaşın başarıya ulaşmakta olduğunun göstergesidir. Alınan ve alınacak ekonomik ve sosyal önlemlerin halk tarafından görüldüğünü ve benimsendiğini gösterir.

Pazartesi, Ekim 08, 2007

Kullanılamayan Özgürlük, Özgürlük Değildir

Değiştiklerini söyleyen AKP yöneticileri, bilahare referanslarının İslam olduğunu ifade ettiler.
Birey olarak laik olunamayacağına ilişkin RTE’nin sözlerinin AKP’nin diğer yöneticileri için geçerli olmayacağını düşünmek mümkün değil.
İletişimin gelişmesi, tarihte bir anlamda farklılaşma eğilimi gösteren Anadolu İslam’nı giderek Arap İslam anlayışına yakınlaştırmıştır.
İslam, Türkiye’de de benimsenmiş öğreti çizgisinin (mezhep) içeriği itibariyle çağdaş anlamda bireysel özgürlüklerin kullanımına açık değil.
İslam ile çağdaş demokrasinin bağdaşması mümkün değil. Laiklik, demokrasinin varlığını sürdürmesinin, genişletilebilmesinin/geliştirilmesinin, bireysel hak ve özgürlüklerin kullanılabilmesinin ön ve gerekli şartı.
AKP’nin İslam referanslı bir parti olmasından ötürü iktidara gelmiş olmamakla birlikte, AKP’nin iktidarda olması dinin sosyal yaşama girmesini kolaylaştırıcı, dinsel motiflerin günlük yaşamı belirleme etkisini arttırıcı bir atmosfer oluşturmuştur. Otobüsler cami önlerine çekilmekte, otobüs şirketleri namaz vakitlerinde yolcularını camiye ulaştırma promosyonuna yönelmekte, iftar öncesi servis vermeyen lokanta sayısı çoğalmakta, lokanta içlerinde hoparlörle güçlendirilen ezan okunmaktadır. Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkündür. Toplum üzerinde din baskısı geniş ölçüde artmıştır, giderek artmaktadır. Anayasasal kurallardan bağımsız olarak gelişen bu atmosferi, Anayasa’ya yeni, özgürlüklerin kullanımını teminat altına maddeler ekleyerek bertaraf etmeye çalışmak gerekir. Kamusal hizmet alanında faaliyet gösteren birimlerin dinsel ya da başka nedenlerle hizmet vermelerinde aksaklıkların ortaya çıkması mutlak surette engellenmelidir.
Birey/millet devlet için görüşünün yerini devlet birey/millet için görüşüne terk edeceği belirtilmektedir. Devletin bireysel hak ve özgürlüklere müdahale olanağı daraltılmak istenmektedir. Bu doğru çerçevedir. Ancak yeterli değildir. Bireysel hak ve özgürlüklerin kullanımını sınırlayabilecek, toplumdan veya topluluklardan veya bireyden kaynaklanabilecek baskıları (mahalle baskısı) önleme mekanizmaları açık ve net biçimde oluşturulmalıdır. (Örneğin, polisin kendi inanç ve ideolojisi doğrultusunda tarafları barıştırma gibi masum bir görünüm altında yargıçlık yapmaya kalkarak mağdur tarafın kendisini baskı altında hissedeceği bir ortamın oluşması önlenmeli, Anayasa ve yasalarda yer alan özgürlüklerin kullanımını sınırlamaya kalkanlar, zamanında ve gereğinde müdahale etmeyen kamu görevlileri mutlak surette cezalandırılabilmelidir. Görevlerinin ardına sığınarak baskı yapmaya kalkanlara, memuriyetlerinin sona erdirilmesi, tüm özlük haklarını –emeklilik dahil- kaybedecekleri sonucunu da üretecek ek ya da daha ağır cezalar, suçun sabit olması halinde hiçbir hafifletici nedenle ilişkilendirilmeksizin kesin olarak verilmelidir.)
Özgürlükleri Anayasa’da saymak ama hayata geçmelerini sağlayacak mekanizmaları oluşturmamak, demokrasi ile bağdaşamaz.
AKP Anayasayı değiştirme imkanına sahiptir. Yapılması gereken, özgürlüklerin kullanımının sınırlanmamasını sağlamak, Anayasa’da gerekli düzenlemelerin bulunması için gayret etmektir. Diğer bir deyişle sadece itiraz etmek, eleştirmek yeterli değildir, özgürlüklerin kullanımını genişletecek öneriler geliştirilmelidir. TCK’daki Md. 301 ve benzeri maddelerin değiştirilmesi yönünde toplumsal baskının artmasına yönelik çabalar artırılmalıdır.
Demokratikleşmenin önündeki engellerden biri Siyasi Partilerin işleyişidir. Anayasa Siyasi Partiler yasasını biçimlendirecek demokratik ilkeler öngörebilir. Seçim sistemi için de daha demokratik ilkeler öngörülebilir.

Anayasa - Dış Politika - Din Referansı

DİN REFERANSLI DEVLET ANLAYIŞI DIŞ POLİTİKA KAPISINI ZORLUYOR


Türkiye’yi salt kendi içinden ve iç dinamikleriyle değil, Dünya üzerindeki Türkiye’yi küresel gelişmeler içinde, iç-dış dinamiklerin çok boyutlu sentezleri ile görmeğe çalışıyorum.
Bilgim yetmiyor. Tek bir kişinin bilgisinin yetmesi bizatihi mümkün değil.
Türkiye’nin gerçek gündemi ne? Ya da ne olmalı?
Kişilere göre değişiyor. Kimileri ise bu soruyla hiç ilgilenmiyorlar bile, kendilerine göre daha önemli gündem maddeleri var; partideki iktidarımı nasıl sürdürebilirim, türünden!
Bana göre Türkiye’nin gündemi İstanbul’da yanlış hatırlamıyorsam, Temmuz ayının ortalarında STK temsilcilerinin katıldıkları toplantılarda ortaya konan ‘Türkiye’nin yol haritası’ olmalı.
Bugün yol haritasından söz eden yok. Anayasa’ya kilitlenmiş durumdayız. Tarhan Erdem bu konuya ‘Anayasa ilkeleri üzerinde anlaşmak gerekir’ biçiminde yaklaşıyor. Galiba geniş ölçüde yalnız kalıyor, ne yazık ki.
Ben, Anayasa’ya hakim olacak ilkelerin, ‘Türkiye’nin Temmuz ayında STK temsilcilerinin belirlediği yol haritasının gerçekleşmesine imkan vermeleri gerekir’ diye sloganvari bir başlık atıyorum. Bu başlığın altının doldurulması gerek tabii. Bir somut ilke önerisi; 1a: Özgürlükler genişletilsin, TCK Md.301 ve benzerlerinin yer almalarına izin vermeyecek bir Anayasa olsun, 1b: Özgürlüklerin kullanımına devletin de, bireylerin/gurupların da –örneğin genel ahlaka aykırı, milli menfaatlerimize uygun değil, dinimize aykırı gibi gerekçelerle- müdahale edemeyecekleri bir yapı oluşturulsun.
Dinci basına şükran mı duymalı, nedir? AKP’nin söylem ve eylemlerini hayli silik, hayli sönük, hayli hoşgörülü değerlendiren/eleştirenler, kendi yaklaşımlarını değerlendirmeye başladılar. Bay Çiçek gibi tanrı vergisi bir takım özelliklere sahip bir taşı satranç oyununda devreye sokmamak olmazdı; direnme cephesinde zafiyet oluşturmak ona düştü.
Ülke içine kilitlenenler gelişmeleri ülke içindekilerle sınırlıyorlar. Oysa dış gelişmeler de yok değil. Maalesef TÜSİAD dahi bu alana girmedi.
Tüm olayları değil, ama birkaç olayı birbiri peşinden sıralarsak belirli bir dış politika çizgisi oluşuyor:
- İran’ı nükleer çabalarında haksız görmeme eğiliminde tek ‘batılı’ ülke Türkiye
- İsrail’i ‘batılı’ ülkeler içinde RTE niteliğinde eleştiren bir başkası yok
- Ahmedinejad’ın İsrail’in haritadan silinmesine yönelik sözleri batılı ülkeler içinde en düşük profilli tepkiyi Türkiye’den aldı.
- Hamas’ı davet eden tek ‘batılı’ ülke Türkiye
- Bn. Rice’a mektup yazmak son derece normal bir olay olmasına karşılık, Bn. Rice’a bir ABD gazetesinin sayfalarında hitap etmek gibi bir garabet B. Gül’den kaynaklandı
- Ortadoğu coğrafyası içinde İran’a en sempatik yaklaşan ülkelerin başında Türkiye
- Fransa, ardından Almanya’nın ABD’yi İran’ın politikalarına karşı önlemler bağlamında destekledikleri ortamda, Türkiye tersini yapıyor
- Suriye-Türkiye yakınlaşması çözülmesi zor bir şifre niteliğinde
- Türkiye ile İran enerji alanında işbirliğine yöneliyorlar
Tüm bunlar Türkiye’nin büyük ülke, büyük devlet ve bölgesel güç olduğu ve bu konumuna uygun hareket etmesi gerekir açıklamalarıyla yapılıyor. Geniş ve derin strateji. Galiba gerçekten öyle. Türkiye, AKP yönetiminde, sistematik biçimde batıdan uzaklaşıyor, muhalefetin sessiz alkışları, kimi zaman hatta açığa çıkan zımni destekleri ile.
Türkiye adım adım Ortadoğu bataklığında ilerliyor.
1964 yılında Mümtaz Soysal hoca, mealen, ‘Anayasaların en büyük önemi, çiğnendikleri taktirde, Anayasayı savunanlara referans temeli teşkil etmesidir’ diyordu. Ortadoğu bataklığına saplanmış durumdaki bir Türkiye’de böyle bir referans temeli ne anlam taşıyacak ki?
Türkiye’de din referanslı bir devlet mümkün mü? Dünya bunu kaldırabilir mi?
Din referanslı bir yönetim altında Türkiye sınırlarını koruyabilir mi?
Her hal ve karda dış politika, milliyetçi/ulusalcılarımızın aymazlıkları sonucunda, şeriata geçit veren bir kapı olmuştur. Liberallerimizin genel desteğini anımsamamak büyük bir haksızlık olur.
Kahrolsun ABD/AB emperyalizmi; Ortadoğu’dan alkış!
Ortadoğu’dan ‘yaşasın şeriat’ bağırtıları.
Kadınlarımız korkmasın (zevk alsın)! Erkeklerimiz de!
Türkiye ne Malezya, ne de İran’dır. Türkiye, Türkiye’dir.
Ve de Ortadoğu’ya yapıştırılmaktadır.
Tarih, dangalaklığın bu denli yaygın biçimde paylaşılmasını açıklamakta her halde hayli zorlanacaktır.

Perşembe, Temmuz 06, 2006

HAZIRLIKLI MIYIZ? Mart-Nisan 2006

Düşünceler evrensel. Çeşitli sorunların çözümüne yönelik ve evrensel düşüncelere oturan modeller de evrensel nitelikli olarak görülebilir. Uygulamaların evrensel olmaları mümkün değil. Uygulamaların en azından, yaşama geçirilen coğrafyadaki farklıları dikkate alan ince ayarlamalarla birbirlerinden farklılaştığı kesin.
Dünya’nın derdi Ortadoğu. Bu söylemi petrol yatakları, bölgenin üzerinde oynanan oyunlar v.b. bir görüş açısından değerlendirebileceğimiz gibi - Kesintisiz Enerji Temini ya da Enerji Faktörü-, dinsel farklılığı öne çıkaran, ya da Arap – İsrail çatışmasının yol açtığı gelişmelerle de –Medeniyetler Çatışması- ele alabilirsiniz. Ancak kesin bir şey; Dünya’nın derdi Ortadoğu ve Dünya’ya verdiği zararlarla Dünya’ya dert olan bir Ortadoğu. Ya da Dünya Ortadoğu’yu kaynatıyor, Ortadoğu da Dünya’yı.
Şimdi bir de kapı komşumuz Nükleer Tehdit - İran var.
Ve Türkiye bu coğrafya’da. Coğrafya Faktörü. Türkiye Dünya’ya dert üretmiyor. Ama Dünya’nın Ortadoğu’daki sorunları çözmek uğruna ürettiği çok daha fazla sorun Türkiye’ye dert oluyor.
Öğretimi ne olursa olsun, yetersiz ya da yanlış eğitim ile ezber kültüründen gelen, değişen veya farklı koşulları göremeden basmakalıp tekrarlarla ve kopyalarla olaylarla yaklaşan insanların nispi yoğunluğunu oluşturduğu “elitler” bir yanda, ne öğretim ne de yetersiz dahi eğitim alamayan çok genç bir nüfus öte yanda. Dünya’daki (Türkiye dahil) oluşumları 7. YY Arabistan yaklaşımları, ya da geçmişin söylem ve uygulamalarından günümüze gelenleri, ya da bugün Dünya’nın farklı yerlerinde öne sürülen söylemleri olduğu gibi tekrarlayarak doğru sonuçlara ulaşmak, zamanında doğru ince ayarları yapmak ne denli mümkün ya da kolay? İnsan Faktörü.
Kendime zaman zaman sorduğum sorulardan biri de ’70 milyon kişilik nüfusa sahip ülkemizde, kaç kişinin yurttaş bilincine sahip olduğu?’ Oransal olarak ifade etmek gerekirse yüzde 10’a varır mı?
Yurtsever olmak hesap yapmayı, yaratıcı düşünmeyi gerektirir. Yurttaş olmakta zorlanan insanların ülkesinde “yurtsever” olmak kolay mı?
Huntington’ın ifadesiyle kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak kimlik arayışları böylesine bir insan coğrafyasına sahip ülkemizde de başladı.
Cumhuriyet’in temel değerleri üzerinde tam bir mutabakatın sağlanmış olması durumunda, çevremizde oluşan tüm sıkıntılar ve iç yetersizliklerimize rağmen sosyal, ekonomik ve politik (iç+dış) maliyeti kontrol altında tutmamız mümkün olabilirdi.
Cumhuriyetin temel değerleriyle uyuşamayan ve kendine uygun bürokrasi oluşturan bir siyasi iktidara karşılık, yol haritalarıyla birlikte neyin nasıl yapılacağına yönelik yeni projeler üretmekten, halkı daha iyi çözümlemeler bazında ikna etmekten uzak, sadece eskinin muhalif söylemleriyle, tepki duyanların duygusal oylarına oynayan, sağda da solda da, vizyon özürlü bir muhalefet.
Yetersiz veri akışı, bilgi eksikliği ya da nedeni ne olursa olsun, büyük bir yanılgı içinde olduğuma dua ederek, ABD’nin İran’ı vuracağını düşünüyorum. Bunun hayal edilmesi çok zor, gerek Bölge’de, gerekse Türkiye’de, bir dizi olumsuz gelişmeye yol açacağına inanıyorum. Olumsuzluğun sadece petrol fiyatının 200 $ seviyesine ulaşması ile sınırlandırılabileceği düşünülse dahi, Dünya’da ortaya çıkacak yıkıcı ekonomik ve politik dalgalanmalara Türkiye’nin çok hazırlıksız yakalanacağından korkuyorum.
23 Nisan 2006 günü kılıçlar çekildi.
Önümüzdeki yıl Cumhurbaşkanlığı seçimi var.
Önümüzdeki yıl genel seçimler var.
Enflasyonla mücadeleden taviz verilmesi söz konusu.
Hükümetin iç ve dış politika’da öngörülemeyen zikzakları var.
Ve şom kafam bana, ABD’nin bu yıl içinde İran’ı bombalayacağını yazdırtıyor.
Çok iç sıkıcı bir tablo.
Yurtseverler Türkiye’yi ileri gitme rotasında tutacak bir güç birliği, siyasal bütünleşme içinde değiller.
Ne yapmalı sorusuna ben de net/kesin bir cevap veremiyorum. Geçen yıl yeni bir parti kurulmasını savunuyordum; seçimlere daha vakit vardı. Bugün bu girişim için vakit çok daraldı. Ama hala mümkün.

Salı, Temmuz 04, 2006

SOL-KÜRESELLEŞME ve de KÜRESELLEŞME-AB-TÜRKİYE

SOL - KÜRESELLEŞME

İlericiliği, “dünyanın gelişme çizgisi üzerinde/rotasında düşünebilme ve eylemde bulunma” olarak tanımlamışımdır.
Geçmişte, Marx’ın analizleri, dünyanın (ileri kapitalist toplumlardan başlayarak) kaçınılmaz olarak sosyalist düzene geçeceği sonucunu üretiyordu. Hümanist endişelerle de birleştirildiğinde, bu amaçla çalışmanın ilericiliğin olmazsa olmaz unsuru olduğu noktasına ulaşmak işten bile değildi. 60’lı ve 70’li yıllarda entelektüel çevrelerde yaygın “hava”yı, “Türklerin/Türkiye’nin kurtuluşu, insanların refah ve mutluluğu sosyalist düzene geçişe bağlıydı” şeklinde özetlemek mümkün.
Bugün çok ciddi boyutlarda ihracatı gerçekleştiren otomotiv sektörünü, doğduğu yıllarda, montaj sanayisi olarak etiketleyen, küçümseyenlerin arasında ben de vardım. Kapitalist üretim ilişkilerini yerleştirmeğe çalışanları, aslında bunların yaptıklarını, daha ileri bir toplum düzeninin (kapitalist düzen) kurulmasına yönelik olmalarına rağmen, “statükocu”, “işbirlikçi” ya da başka aşağılatıcı kelimelerle etiketlediğimizi hatırlıyorum.
Gerçi solcuların arasında içerik, hedef ve yöntem bağlamında ciddi farklılıklar bulunmakta idi. Ancak, galiba ilerideki yol ayırımlarına kadar, hepsi de, o zamanlar, dünyanın gelişme rotası olduğuna inanılan çizgi üzerindeydiler.
Solculuk ile ilericilik adeta eş anlamlıydı.

İnkar ve İhmal Edilemeyecek Stratejik Gelişme : Küreselleşme
Kapitalizm değişti.
19.YY'ın kapitalistleri, dünya borsalarına sunulacak bilançoların içeriğinden (Kar) sorumlu teknokratlar tarafından ikame edildi.
Sermayenin mülkiyeti ulusal ve uluslar arası borsa uygulamaları ile tabana hayli yayıldı.
Üretim eşsiz biçimde temerküz etti.
Bilimsel bilginin gelişmesi temerküz etti.
ArGe faaliyetleri, nispeten daha geniş bir aralıkta, bilimsel bilgideki gelişmeleri ticari amaçlı ürün üretimine uygulama ve kopyalama düzeyine oturdu.
Teknoloji, her yıl artan bir ivme ile gelişme süreci içinde; işgücü, yine giderek artan bir hızda, teknoloji (programlanabilen makine ve üretim hatları, iletişim teknolojisinin sunduğu imkanlar vs.) ile ikame edilmeğe başladı.
Buna rağmen, işgücü maliyeti hala firmaların rekabet gücünü, yatırım kararlarını etkileyecek büyüklükte.
Üretim organizasyonu radikal olarak değişti.
Sermayedar=işveren ilişkisi artık yok. İşveren aynı zamanda işçi. İşçi, zenginleşmiş ülkelerde, işsiz ya da işli, aynı zamanda sermayedarlardan biri.
Güzel (!) bir romantizm yüklenmesi içinde refere ettiğimiz SÖMÜRÜLEN işçi sınıfı var mı? Bu sınıfın sınırları nerde başlayıp, nerede bitiyor?
Marksist analizin günümüzün gelişmelerini yorumlamakta kullanılabilir olduğunu düşünmekle birlikte, tanımların yeniden inşa edilmesinde büyük bir zorunluluk olduğunu görüyorum. Yoksa var olmayan bir temel üzerinde didinen hayalperestlerden farkımız kalmayacak.
(Son dört satırı provokasyon amacıyla yazdım. Düşünmeyi ve tartışmayı tahrik etmek istedim.)
Tek bir üretim biriminde yapılabilen üretim miktarı ya da hacmi özellikle son 15 yıl içinde, hayallerin ötesinde arttı. Belirli bir coğrafya için üretim, yerini tüm dünya (dünyanın çok büyük bir alanı/oranı) için üretime bıraktı. (Örneğin; çok uluslu şirketler, 1990 öncesinde Türkiye pazarı için Türkiye’de üretim yapmayı daha kazançlı buluyorlardı. 1990 sonrasında ise farklı coğrafyalardaki üretim merkezlerinden Türkiye pazarının ihtiyacını karşılamak tedricen çok daha cazip hale gelmiştir; daha düşük satış fiyatı ile daha yüksek kazanç sağlamışlardır.)
Teknolojik gelişme ve üretim artışına paralel olarak, üretimde çok ciddi temerküz yaşanmıştır; yaşanmaktadır. Kendimi tekrar edeceğim için özür dilerim; 1990’lı yılların başında, 2020 yıllarında dünyada bir üretim alanında 5 şirketin ayakta kalabileceği öngörülüyordu. Bu zaman aralığının yarısına gelindiğinde, yani içinde bulunduğumuz yılda, ilgili üretim alanında dünya pazar payı itibariyle beşinci durumda olan uluslar arası borsaya kayıtlı şirketler, kendilerini o üretim alanından ayırmak zorunda kaldılar.
Böylesine bir temerküzün yaşanması öldürücü bir rekabetin sonucudur. Süreç içinde, henüz çok “tutmuş”, dünyada en çok satan ürünün yerini alacak gelecekteki ürünün dış görünüşü, teknik nitelikleri, fiyatı, üretim maliyeti, üretim miktarı v.s. konularında doğru zamanda doğru kararları alamayan şirketler (şirketlerin ilgili iş alanları), çok kısa sürede çok ciddi (ölümcül!) sıkıntılarla karşılaşmaktadırlar.
Küreselleşme, bence, serbest ticaret ilkesiyle başlamış uygulamalardan nitelik farkıyla yeni bir oluşum. (Bazı yazarlar, küreselleşmenin yeni bir şey olmadığını, malların serbest dolaşımının 19. YY sonlarından itibaren gündemde olduğunu belirterek, günümüzde yaşananın, bir üretim faktörünün daha serbest dolaşıma katılmasından başka bir olmadığını ifade ediyorlar. Bu küçümsemeye ben katılmıyorum). İçinde bulunduğumuz evrede Küreselleşmeyi, dünyayı, Ar-Ge aktivitelerinde, faktör ve mal piyasalarında tek bir coğrafya olarak görmek şeklinde algılamak mümkündür. Ülkeler arası farklılıkların, üretim maliyetinin daha da düşürülmesini, ürünün dünyanın farklı bölümlerine azalan maliyetle sevk edilmesini engellememeleri istenmekte, beklenmektedir. Dünya ekonomisinin tıkanmaması, teknolojik gelişmenin finanse edilebilmesi için var olan farklılıklar, bu hedef doğrultusunda azalacak, azaltılması sağlanacaktır.
Bu gelişmeden zarar gören ve şikayet eden hiç de azımsanmayacak kesimler var. Aralarında geçmişin devasa çok uluslu şirketlerinin yöneticileri de var. Küreselleşmenin gerektirdiği dönüşümleri zamanında yapamadıkları için çok tepkililer. Eğer hasta ölmemişse, yerlerine yeni geçen yöneticiler hasta adamı canlandırmayı deniyorlar. Başarılı olamadıkları taktirde, madalyonun öbür yüzü gibi bir şey, bu şirketi yok fiyatına kendi bünyesine dahil eden rakip şirket, artan imkanlarla dünya üzerindeki yerini daha da sağlamlaştırmanın sevincini yaşıyor. Gelişmiş batı ülkelerinin yöneticileri de zaman zaman, özellikle “kendi” firmaları “kendi” ülkeleri yerine diğer ülkeleri yatırım için seçtiklerinde ve dolayısıyla işten çıkarılmış insanların iş bulmalarını sağlayacak yeni üretim kapasiteleri oluşturulmadığında (aynı zamanda seçmen olan ve yönetimleri sırasında işsiz kalan insanların kendi partilerine oy vermeyeceklerinden haklı olarak endişe ettiklerinden) bu şikayet kervanına katılıyorlar. Madalyonun öbür yüzünde yabancı sermayenin aktığı ülkenin yöneticileri var. Onlar son derece mutlu. Ve tabii ki işini kaybeden, refah düzeyi gerileyen, örneğin Polonyalıların ya da Türklerin rekabetiyle de, daha düşük ücretlerle çalışmak ve/veya yeni beceriler edinmek zorunda bırakılan insanlar, bira ya da ucuz şarapla üzüntülerini unutmaya çalışıyorlar. Bu insanların kaybının, işten çıkarılmalar sonrasında artan kazançlardan temettü artışı elde edenlerin gelirleri ile borsada doğru “ata” oynamış oyuncuların artan getirisi ve nihayet daha üstün teknik niteliklere sahip ürünlerin (bilgisayar, otomobil, haberleşme araçları, v.s.) adeta sabit, hatta düşen “edinme maliyetinin” faydası ile telafi edilmekte olduğu sonucuna ulaşmak gerekiyor. İşgücü piyasasında yine madalyonun öbür yüzü görülmek istenirse, sermayenin geldiği ülkelerde genişleyen bir istihdam hacminden söz etmek mümkün.
Küresel rekabeti (kesintisiz teknolojik gelişme – düşük ürün maliyeti/rekabetçi fiyat) başaramayan yakın geçmişin devasa çok ulusluları tümüyle göçmektedirler. AEG, Grundig gibi firmalar bu bağlamda hatırlanabilir. Firmalar, rekabetçiliği sürdürebilmek için, dünya üzerine yayılmak zorundalar. Bunu yaptıkları zaman merkez ülkede işsizlik artışına ‘katkıda bulunuyorlar’. Bunu yapmadıkları taktirde tümüyle kapanacakları için işsizliğe katkıları katlanarak artıyor, ek olarak diğer ekonomik birimlere, ekonominin tümüne çok ciddi zararlar vermiş oluyorlar. En büyük zararı da işsiz kalan işçiler görüyor.
Evet madalyonun iki yüzü var. Birinde ağlayanlar, diğerinde gülenler. Ancak teknolojik ilerlemenin sunduğu imkanların kullanılabilmesi, bundan yararlanılabilmesi için, ağlayan yüzler “yararın” maliyeti olarak nitelenebilir. Her halde, gelecekte bu eğilimin tersine döneceğine ihtimal vermek mümkün değil. Kışın soğuk günlerinde havanın soğuk, yazın sıcak günlerinde havanın sıcak olduğundan şikayet etmek bir işe yaramıyor, varolanı değiştiremiyor. Küreselleşme de öyle. Sevelim ya da nefret edelim; var ve önümüzdeki dönemde yayılarak ve derinleşerek sürecek.
Küreselleşmeyi, artık sadece teknolojik gelişme-üretim kapasitelerinin muhteşem artışı-firma büyüklüklerinin ulaştığı boyut sarmalının ve bu sarmalın siyasal ve sosyal yapılarda gerekli kıldığı benzeşme ve entegrasyon ihtiyacının sonucu olarak değerlendirmek yetersiz kalacaktır. Küreselleşme, 9/11 den sonra ek bir boyut daha kazanmıştır; terörün oluşamayacağı, içinde gelişemeyeceği yapıları mevcutların yerine yerleştirmek.
11 Eylül’den sonra Avrupalı liderlerin Afrika’daki olaylara karşı sergiledikleri yaklaşım, önceleri benzer olaylar karşısında takındıkları tavırdan köklü değişiklikleri içermekteydi. ABD’nin zücaciye dükkanındaki fil rolüne soyunarak Irak’ı işgal etmesi, bu ölçüsüz ve dünyayı korkutan tavrı, Küreselleşmenin bu ek boyutunda dünya’da oluşmaya başlamış mutabakata belirgin, ancak geçici bir zafiyet getirmiştir.
“Medeniyetler Çatışması” ilginç bir paradigma. Başta diplomatlar, siyasiler ve askerler olmak üzere tüm karar vericiler tarafından dikkatle not edildiğini düşünmek gerekir. Ancak her hal ve kârda, farklı coğrafyalardaki siyasi, sosyal ve ekonomik yapılanmalarda mevcut farklılıkların giderek azaltılması/azalması beklenmelidir. Bu, zorunlu bir keyfiyettir.
Son 15 yıldır küreselleşme etkisini giderek arttırmaktadır; daha da arttıracaktır.
Türkiye açısından AB üyeliğinin, küreselleşme çerçevesi içinde ele alınması, bazı düşünce veya öngörü hatalarını azaltabilecektir.

KÜRESELLEŞME – AB - TÜRKİYE

Türkiye, gelişmiş ülkelerin ardından Brezilya, Hindistan Çin ve Rusya ile birlikte özel önem atfedilen ülkelerden biridir. Ekonomisinin ulaştığı düzey, rekabetçi yapısı, diğer ekonomilerle ulaştığı entegrasyon düzeyi, kurumları, tüm eksikliklerine (ya da fazlalıklarına) karşı günlük yaşamı belirleyen sistemi ile Türkiye küreselleşmenin içindedir. Türkiye için bunun alternatifinin bulunduğunu düşünmek dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmeleri görmemek ve anlamamakta ısrar etmekle mümkündür; bu nedenle de uygulanabilir değildir, anlamı yoktur.
Küreselleşmeden azami yarar sağlamak yaşamın tüm alanlarında rekabetçi (yüksek kaliteli-düşük maliyetli) olabilmeye bağlıdır.
Küreselleşmeye Türkiye’nin sanayi kesiminin diğer ülkelerin pek de gerisinde kalmayacak şekilde uyum sağlamaya gayret ettiğini saptamak mümkün. Hele 2001 büyük krizinden sonra, TL’nin aşırı yüksek değerine rağmen 2004 ve 2005 yılının ilk yarısında ihracat hacminde görülen artış, bu çabalarda önemsenmesi gereken ciddi başarılara ulaşıldığının da göstergesi. Görüldüğü kadarıyla, bu başarı, belki aynı ölçekte olmamakla birlikte, Anadolu sermayesi için de geçerli.
Benzer durum, alt kesimlerde hayli farklılaşan boyutlar var olmasına rağmen, hizmetler sektöründe de gözlenebiliyor.
Tarım kesiminde gözlenen gelişme umut verici değil.
Fotoğraf tüm coğrafya ve kesimleri içine alacak biçimde genişletildiğinde, olumlu saptamalar, Türkiye’nin ‘daha iyisini’ yapabilecek ‘enerjiye’ ve ‘zorunlu asgariye’ sahip olduğunu göstermektedir. Ancak gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında, çok ciddi geriliklerin de var olduğu gözden kaçmamaktadır. Geriliklerin sadece kendi varlığını beslemediği, ileriye yönelik atılımları da engelleyebileceği unutulmamalıdır.
Küreselleşmeden yarar sağlamak, okuma yazması kitap okumaya yetmeyen işsizlerin yerini kendi meslek dallarında eğitimli işçilerin almasına, herkesin kaliteli sağlık hizmetlerinden yararlanabilir duruma gelmesine, insanların sadece insan görünümlü oldukları için değil, ‘insan’ rütbesine ulaştıkları için saygın bireyler haline gelmelerine, yaşamın tüm alanlarında rekabetçi (yüksek kaliteli-düşük maliyetli) olabilmeye bağlıdır.
Küreselleşmeden yarar sağlamanın koşulları olarak yer alan yukarıdaki oluşumlar, aynı zamanda herkesin benimsediği, aslında araç olan, ama amaç gibi de algılanan ‘hedef hususlar’ değil midir?
Küreselliğin içinde ve alt seti olan AB’ye üyelik yolunda gayret sarf eden Türkiye’de bu koşulların oluşması, daha mı kolay olacaktır, daha mı zor? Daha kısa zamanda mı başarılacaktır, daha uzun zamanda mı? Bu sorulara ‘daha zor’ ve ‘daha uzun zamanda’ yanıtlarını vermek akıl ve olgular bazında mümkün görülmemektedir.
Dünyada maliyetine katlanmaksızın yararlanılan çok az şey var. Temiz hava solumak, kuru da olsa ekmek yiyebilmek, temiz su içmek belirli maliyetlere katlanmayı gerektiriyor. Ne denli yükseğe tırmanmak isteniyorsa o denli yüksek maliyetlere katlanmak kaçınılmaz. Ulusların yaşamında da farklılık yok. Tırmanılmak istenen kademeye göre ‘uygun’ maliyet göze alınmak durumunda. Pazarlık gücü yüksek olan kişi ve uluslar nispeten daha az maliyete katlanıyorlar. Ancak göreceli değerlendirmede sonuç değişmiyor; yararın büyüklüğüne orantılı maliyet.
Türkiye’nin pazarlık gücünün yüksek olduğunu düşünmek pek de kolay değil. Aşağıda daha ayrıntılı üzerinde durulacağı üzere, insanlarımızın eğitim durumu, Huntington’ın tanımlamasıyla; kültürü, ülkenin ekonomik durumu, Avrupa’nın ekonomik durumu-işsizlik, Türkiye’nin 10-15 yıl sonrasında en büyük nüfusuyla Avrupa Parlamentosu’nda ve karar alma mekanizmalarında çok büyük bir güce sahip olacağı olgusunun Avrupa’da yarattığı endişe vs. böylesine bir tespiti yapmayı gerekli kılıyor (Türkiye’nin büyük nüfusu dolayısıyla AP içindeki karar mekanizmalarında ulaşacağı gücü sınırlamaya yönelik alınmağa çalışılıyor/çalışılacak. Ancak ne ölçüde sonuç alınabileceği de belli değil). Bu durumda yükseğe koyulan çıta, kısa vadede katlanılacak maliyeti de ister istemez yükseltiyor.
AB yolunda olan Türkiye’nin orta vadede sağlayacağı kazanımlar, kısa dönemde ‘vazgeçilen yararlar’ olarak tanımlanması gereken maliyetle karşılaştırıldığında çok daha önemli olacaktır. Kazanımları, farklılaşan eğitim yapısı, yükselen insan kalitesi, sağlanacak istikrarlı ekonomik büyüme ile sınırlı tutmak yetersiz kalacaktır. Bu kazanımlarla ulaşılan seviyenin tekabül ettiği güç, vazgeçilen yararların önemini azaltacak, hatta bu vazgeçilen yararlar neyse, süreç içinde, geniş ölçüde geri kazanılmasını da sağlayabilecektir. (Her hal ve kârda, bu bağlamda, somut, ayrıntılı ve değişen koşulların oluşturdukları kayıp ve kazançları dinamik bir biçimde ortaya koyan analizlere ihtiyaç vardır).
‘Türkiye AB’ye üye olabilecek mi?’ sorusuna, ‘bu olgunluğa erişildiğinde var olan ülkeler içi ve uluslar arası koşullar sonucu belirleyecektir’ türü aslında kesin olarak doğru ama pek de operatif ya da somut yararları olmayan, kolaycı bir yanıt vermek mümkün. Ancak konuya biraz daha yakından bakmakta yarar var.

AB Yolunda Engeller
- Avrupa Kaynaklı Engeller
Avrupa kaynaklı engeller, ülke (özellikle de küçük ülke) yöneticilerinin ve Avrupa halklarının endişelerinden kaynaklanmaktadır. Ülke (özellikle de küçük ülke) yöneticilerinin olumsuz tavırlarının Avrupa karar alma mekanizmalarındaki nispî etkilerinin azalacağı, fon kullanımlarından sağladıkları yararın düşeceği, kişi başına düşük ulusal geliri nedeniyle desteklenmesi gereken Türkiye’nin getireceği yükün pek de kolay kaldırılamayacağı (Avrupa’nın hazmetme kapasitesi) endişelerinden kaynaklandığı düşünülmektedir. Halkların olumsuz yaklaşımlarında ise sadece işsizlerin değil, çalışanların da son yıllarda düşen refah düzeyleri (ekonomik faktör), Türklerin kültür/yaşam biçimleri farklılığı (kültür faktörü), Avrupa’ya sıçrayan islamî terörün bireylerde ve toplumlarda oluşturduğu güvenlik kaygısı (güvenlik faktörü) gibi unsurların etkili olduğu görülmektedir.
AB’nin İngiltere dışındaki büyük ekonomileri, artan işsizlik, çok düşük büyüme hızı sorunlarıyla uğraşmakta, Bütçe açıklarını AB sınırları içinde tutamama sıkıntısını yaşamaktadırlar. Sosyal Güvenlik sistemlerinin verdiği açık baş ağrıtıcı boyuttadır. Yabancı işçilerin varlığı ve onların ücretler üzerinde düşürücü etkilerine rağmen süregelen yüksek işçilik maliyetleri nedeniyle, küresel firmalar, Almanya, Fransa gibi işçilik maliyetleri birbirlerine yakın ülkelerdeki tesislerini kapatarak, Macaristan ve diğer Doğu Avrupa ve uzak doğu ülkelerinde yatırım yapmak durumunda kalmaktadırlar. İşçilik maliyetlerini düşürücü önlemlerle bu eğilimi tersine çevirmek için siyasiler bir dizi önlem geliştirme durumundadırlar. İşsizliğin artmasının önlenmesi için yürürlüğe konulan tedbirler, çalışanların aleyhine işverenin lehine alınan önlemler olarak değerlendirilmekte, her hal ve kârda çalışanların gerileyen reel ücretleri ve azalan refahları hoşnutsuzluk yaratmaktadır. Ancak, alınan önlemler teknolojik gelişmenin dikte ettiği koşulların etkisini telafi edememektedir. Olsa olsa işsizliğin artış hızında bir yavaşlama olmaktadır. Artan işsizlerin çoğalan tepkisine çalışanların azalan refahı dolayısıyla sahip olmaya başladıkları hoşnutsuzluk eklenmektedir. Savunduğu politik felsefeden bağımsız olarak iktidarda bulunan siyasi parti(ler) halkın tepkisinin faturasını ödeme durumunda kalmaktadırlar.
İktidardaki siyasi partiler dışında ülkede bulunan yabancılar da (işçiler) olumsuz tepkilerden nasibini almaktadırlar. Sokaktaki işsiz adam, her ay ilan edilen işsiz sayısı ile ülkesindeki yabancıların sayısını karşılaştırmakta, bütün yabancıların çalışıyor olduklarına ilişkin bir kabulden hareketle, işsizliğinin nedenini yabancıların varlığıyla açıklamaktadır.
Fabrikada ya da büroda çalışan birey de yabancılara tepkili. Mensup olduğu güçlü sendikanın varlığına ve onun çabalarına rağmen, azalan refahını azalan pazarlık gücüne bağlamakta, bunun müsebbibi olarak da, örneğin, Polonyalı muslukçuyu ya da Türk taksi şoförünü görmektedir.
Sonuç olarak, çalışmakta olan, işini kaybetme korkusuyla, işsiz iş bulamama endişesiyle mevcut yabancılara (yabancı işçilere) tepki göstermekte, hele hele daha da fazla yabancıların ülkesine gelme ihtimaline şiddetle karşı çıkabilmektedir.
Bu bağlamda Türkiye’nin AB’ye üye olması, her işi adeta karın tokluğuna yapmaya hazır işsiz Türklerin Avrupa’ya akını, Avrupalı faal nüfusun karabasanıdır. Bu endişenin ortadan kaldırılmasına, ‘halkın’ teskinine yönelik olarak, Türklerin serbest dolaşım hakkına sahip olmayacağı, süreyle sınırsız olabileceği kaydıyla, ön şart olarak belirlendi. Ve en azından Avrupalıların bir kısmı teskin oldu. (Türkler bayağı olumsuz tepki verdiler. Bu satırların yazarına göre, böylesine bir karar, Türkler ve Türkiye için çok ciddi ve olumlu bir imkan. Önümüzdeki dönemde Doğu Avrupalı ücretler Batı Avrupalı ücretleri aşağı çekerken, Doğu Avrupalı ücretler artma eğiliminde olacaktır. Serbest dolaşım sistemi içinde bulunmayan Türklerin reel ücretlerinin nispî olarak düşük kalması, küresel şirketlerin yeni ya da alternatif yatırım coğrafyası olarak Türkiye’yi tercih etmelerini kolaylaştıracaktır).
Farklı olmak, tanım gereği, güzel, iyi, çekici olmayı gerektirmiyor. Farklı olmak itici de olabiliyor. Avrupa’da yaşayan Türklerin azımsanmayacak bir bölümünün bir Anadolu kasabasında yaşıyorcasına içinde bulundukları ülkenin dili dahil kültürüne yabancı kalmaları, ‘farklı olmaları’, ilgili ülke insanlarının da Türkleri kabul etmeme yönündeki yaklaşımlarını belirlemekte, güçlendirmektedir.
İslamî terörün Avrupa’da da (önce İspanya sonra İngiltere’de) kendini göstermesi, günlük yaşamlarında islamî kimliklerini öne çıkaran Türklerden potansiyel terörist olarak duyulan korkuların artmasına yol açmıştır. Radikal islam endişesi, Avrupa halklarının Türkiye’nin AB üyeliğine ‘soğuk’ yaklaşmasının önemli nedenlerinden biridir.
Öncelikle Fransızlar tarafından dile getiriliyor olsa da, diğer ülkelerde de, 40 yıldır Avrupa’da yaşıyor olmalarına rağmen uyum sağlamayan/sağlayamayan Türkler hatırlanarak, Türklerin Türkiye’de de bir ‘kültür devrimi’ geçirmelerinin gerekliliğine işaret edilmektedir. Kopenhag kriterlerinin Türkiye’de hayata geçirilmesinde en büyük engelin Türklerin, Türkiye’deki bireylerin farklı kültürlerinde var olduğuna değinilmektedir. Türklerin algılamadığı ya da hazmetmediği Avrupa değerlerinin sonucu olan kriterlerin Türkler tarafından uygulanabileceğine ihtimal verilmemektedir.
Nüfus çokluğu nedeniyle, yukarıda da değinildiği üzere, AP karar alma mekanizmalarında Türkiye’nin ulaşacağı güç, nisbi güçleri radikal olarak azalacak Avrupa’nın küçük ülkelerinin yanında, büyük ülkelerini de rahatsız etmektedir.
Türkiye’nin AB üyesi olmasıyla birlikte Avrupa fonlarından yararlanmakta olan ülkelerin önemli bir kısmının fondan yararlanmaları sona erecektir. Bazı ülkelerde Türkiye’nin AB üyeliğine karşı olunmasının önemli nedenlerinden biri de budur.
Nispî büyüklükleri itibariyle tek başlarına Dünya barışına ya da Dünya’daki gelişmelere katkıları sınırlı olan ve terörün kendi topraklarına gireceği ihtimalini sıfır dolayında gören ülkeler, Dünya’nın ‘oyuncu’ ülkelerinin Türkiye’nin AB üyeliğine atfettikleri önemi benimsemekte zorlanmaktadırlar.
- Türkiye Kaynaklı Engeller
İktidardaki AKP, kendisinden beklenmeyen bir performansla zorunlu reformları gerçekleştirmiş, hata ve sevabıyla 3 Ekim dönemecini geçmiştir.
Ancak ‘aydınlar’ arasında AKP yöneticilerinin ‘değişmişliklerine’ ilişkin söylemlerine inanmakta büyük güçlük çekenler bulunmaktadır (Böyle düşünenlerden biri de benim). AKP lider kadrosu içinde değiştiğini hiç telaffuz etmeyen çok güçlü kişiler bulunduğuna işaret edilmektedir. AKP, bir yandan her türlü övgüyü hak eden reformları gerçekleştirmekte, öbür yanda dantel işlercesine dinsel kimliklerine uygun örgütlenmeyi yatay ve dikey olarak geliştirmektedir.
Bazı yöneticilerinin zaman zaman adeta ağızdan kaçan, ya da yavaş yavaş halkı ve kurumları alıştırmaya yönelik bilinçli söylemleri, yaptıkları reformların dini esaslara dayalı bir rejim kurulmasına olanak verecek örgütlenmelerini daha rahat tamamlayabilmek amacına yönelik olabileceği kuşkusuna yol açmaktadır. Bu endişe sürdürüldüğünde, ‘meyve olgunlaşıp kendiliğinden düşecek noktaya geldiğinde’, daha açık bir deyişle örgütlenme tamamlandığında, kurumların tümü ‘teslim alındığında’ ya da karşı koyamayacak bir duruma geldiklerinde, halk da alıştırıldığında, AB ile müzakerelerin kesilerek, ‘ılımlı islamın’ Türkiye’de hükümranlığının ilan edilmesinin düşlendiğini düşünmek mümkün olabilmektedir. Nasıl olsa ‘ulusal sol’ ile ‘milliyetçiler’, ve muhalefeti olumlu olsun olmasın her türlü gelişmeyi eleştirmek, reddetmek olarak benimseyen olumsuzlar, o zamana kadar AB ile müzakerelerin kesilmesini halkın doğru bir karar olarak alkışlamasını sağlayacak yeterince kamuoyu oluşturmuş, gerekli altyapıyı, ortamı hazırlamış, AKP’nin eline yeterince koz vermiş olacaklardır.
Böylesine bir ‘felaket senaryosuna’ ya da ‘paranoyaya’ itibar edilmeyip, AKP liderliğinin samimi olarak AB üyeliğini hedeflediği kabul edilse dahi, ilerde müzakereler başladığında, eğitim ve kültür alanlarında (her ne kadar AB müktesebatında bu alan geniş ölçüde ülkelerin kendilerine bırakılmış da olsa, Türkiye’de çağdaş ve laik eğitim sisteminden sapmaları geniş ölçüde önleyecek, dinler karşısında daha tarafsız bir eğitim sisteminin oluşturulmasına yönelik) somut adımların atılması gerektiğinde AKP’nin hayli zorlanacağı beklenmelidir. AKP’nin mevcut yapısıyla AB müzakerelerini olumlu sona erdirebileceğini düşünmek çok zordur.
Bu bağlamda; AKP’nin alternatifinin oluşturulmasına ivedi olarak ihtiyaç vardır.
ANAP ve Doğru Yol Partilerinin yöneticilerinin söylemleri dikkatli ve dengeli bir çizgi üzerinde seyretmektedir. Bu partiler de geçmişte AB yolunda Türkiye’yi daha ileri noktalara taşımış bulunmaktadırlar. Ancak, eskimiş alışkanlıklara (kurum kültürü) ek olarak parti bünyelerinde var olan tutucuların direnme/karşı koyma odakları oluşturabileceklerinden, AKP için yukarıda değinilen zorlukların bu partiler için de geçerli olacağından, endişe edilmektedir. Tek başlarına ya da koalisyon haline iktidara gelebilme olasılıkları hakkında bir öngörüde bulunmak bugün için çok zordur.
1920’li yıllarda Cumhuriyet ve onun ilkeleriyle bütünleşerek Türkiye’yi ileriye taşıyan CHP, çağın radikal değişen koşullarına uygun olarak kendini yenileyememiştir. Slogan düzeyine indirgediği solculuğu ve artık geçerliliğini yitirmiş geçmişteki doğruların ezberciliği ile muhafazakâr bir parti kimliği geliştirmiştir. Dünya’daki gelişmelerin dışında, halkın sorunlarının çözümüne, araştırmalara dayalı, bilimsel, somut ve uygulanabilir (inandırıcı) alternatif politikalar üretemeyen CHP, iktidara alternatif (ana) muhalefet partisi olmaktan ciddi olarak uzaklaşmıştır. Hırçın yöneticisinin olumsuzluğu, iticiliği ve yetersizlikleri, partiden kopmalara yol açmış, güven ve umut ortamını yok etmiştir. Mevcut kurum kültürü ve yönetici kadrosuyla CHP’den Türkiye’yi Dünya’nın gelişme rotasında ilerletecek öneri, politika, teşvik veya zorlama beklemek gerçekçilikle bağdaşmayacaktır. İyimser olunduğunda; CHP’den ancak ilerlemeye engel olmaması beklenebilecektir.
Ecevit’lerin etkisinden kendini kurtaramadığına inanılan DSP için umutsuz vaka tanımlaması çok aşırı kaçmayacaktır.
Oysa, sloganlar ve duygularla düşünmeyen, reel politikanın gereklerine kitlenen, çağdaş bir sosyal demokrat partiye, belki de tarihte hiç olmadığı ölçüde, büyük bir ihtiyaç vardır.
Siyaset sahnesindeki görünüm, aşağıda ‘fırsatlar’ başlığı altında değinileceği üzere, insanların karamsar olmalarını gerektirecek ölçüde kötü de değildir.
AKP iktidarında AB yönünde kaydedilen gelişmeler Türkiye için ayrı bir şans oluşturmuştur. Başka bir parti iktidarında aynı adımlar atılmış olsa dahi halkın, kamu oyu yoklamalarına göre zaman içinde değişmekle birlikte, %60’ın üzerinde kalan desteği sağlanamayabilirdi. Bu olumlu tablo temelinde konunun ‘engel’ başlığı altında ele alınmasının nedeni, halkın desteğinin ne ölçüde bilinçli olduğundan duyulan kuşkudur. Diğer hususlar sabit kaldığında, sadece iktidardaki siyasi parti kimliğine bağlı olarak bu destekte önemli sapmaların olabileceği, bu desteğin azalabileceği gözden uzak tutulmamalıdır.
Hayli teknik olan, her biri ayrıntılı analizleri gerektiren müzakere alanları ile ilgili konular doğal olarak böylesine bir yazının çerçevesi dışında kalmak durumundadır. Kıbrıs sorunu gibi konular ise, günlük basında zaman zaman gerçekten yetkili kalemlerce yeterince tartışılmaktadır

Fırsatlar/Yararlar (Avrupa Açısından)
- Siyasi Alanda
Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Türkiye’nin Batılılar gözünde azalan önemi, 9/11 ile birlikte artmaya başlamış, ABD’nin Irak’ı işgali ile birlikte daha da kritik hale gelmiştir. Türkiye’nin AB üyeliği, AB’yi, ABD karşısında, kanımızca, siyasi, askeri ve ekonomik alanlarda güçlendirecek olmasına rağmen, ABD tarafından desteklenmektedir. Görülebildiği kadarıyla, teröre karşı mücadelede Avrupa’ya entegre bir Türkiye’nin sağlayacağı fayda, Türkiye’nin AB üyeliğinde ABD açısından tespit edilebilecek olumsuzluklardan daha büyüktür. ABD’nin AB üyeliği hususundaki desteğinin aslında Türkiye’nin aleyhine olduğu/olacağı yönündeki görüşlerin haklı olduğu düşünülmemekte, tersine bu desteğin olumlu olduğu tespit edilmektedir.
Türkiye geniş coğrafyası, büyük nüfusu ile AB’yi büyütecek, ABD karşısında AB’nin çok daha güçlü olmasını sağlayacaktır.
AB’ye üye olan Türkiye uygar ülkeler safına katılacak, ‘geri dönemeyecek’ ölçüde ilerlemiş olacaktır. Hatta açıkça telaffuz edildiği biçimde, uyguladığı politikalar islam dininin etkisi altına giren bir Türkiye’nin Dünya barışı için büyük bir tehlike yaratacağı endişesi ortadan kalkacaktır.
AB üyesi Türkiye, İslam Dünya’sı için ‘örnek’ olacak, Ortadoğu’da laikleşme eğilimlerine güç kazandıracak, bu coğrafyanın da ‘uygarlıkla’ bütünleşmesi kolaylaşacak, islamî terör gerileme sürecine girecektir.
AB Türkiye, ile, Dünya üzerindeki nispî etkinliğini uzun dönemde büyük güç haline geleceği öngörülen Uzak Asya ülkelerine karşı da korumuş olacaktır.
AB ve Türkiye, birlikte, Türk Cumhuriyetlerinde etkinliklerini arttırabileceklerdir.

- Ekonomik Alanda
Avrupa’daki çalışmakta olanların dahi refahlarındaki azalmanın, ülkelerine gelen yabancıların ücret seviyesini aşağı çekmelerinin sonucu olduğuna inananlar ve bu olumsuzluğu Türklere fatura edenler, önümüzdeki dönem içinde, bu olumsuzluğun küreselleşmenin getirisi olduğunu fark edeceklerdir.
Görülebildiği kadarıyla işsizlik artışı ve çalışanların azalan refahı, teknolojik gelişme, üretimin ucuz işgücüne sahip coğrafyalara kaydırılması, bireylerden kamuya kaynak transferlerinde artış gibi nedenlerden kaynaklanmaktadır. Doğal olarak nedenler bu üç gelişmeyle sınırlı değildir. Ancak bunların tayin edici olduklarını düşünmekle çok büyük bir hata yapılmış olmayacaktır. İlginç olan husus; bu ve benzeri nedenler, küreselleşmenin kaçınılmazlarıdır; Avrupa Birliğinin genişlemesinin getirdiği olumsuz sonuçlar değildir. Nitekim söz konusu ‘olumsuz gelişmeler’ son genişlemeden önce yaşanmaya başlanmıştır. Avrupa Birliğinin genişlemesi, olsa olsa bazı gelişmeleri öne çekmiştir.
Orta ve Doğu Avrupa ülkelerine kaydırılan yatırımlar, bu ülkelerde nisbi ücretleri uzun olmayan zaman aralığında yukarıya çekecek, makul karlılığa ulaşılmasına imkan veren bu üretim kaydırmaları, süreç sonunda yetersiz kalacak, firma yöneticileri yeni ‘yatırım coğrafyaları’ aramak zorunluluğu içinde olacaktır. AB dışına, Uzak Asya’ya kayan yatırımlar/üretim faaliyeti ile, AB, dolayısıyla sistem içinde olan bir Türkiye’ye kayan yatırımların etkileri karşılaştırıldığında, Avrupalılar ve devlet yöneticileri açısından, Türkiye kesinlikle tercih edilecektir.

Fırsatlar/Yararlar (Türkiye Açısından)
-Siyasi Alanda
Yukarıda AB açısından değinilen siyasi nedenler önemli ölçüde Türkiye için de geçerlidir.

-Ekonomik Alanda
Küreselleşmenin lokomotifi olan ülke ve firmaların dahi, adeta kendi kuralları içinde genişleyen ve derinleşen küreselleşmeye uyum sağlama, bu gelişmeden azami yarar elde etme bağlamında sıkıntısız olduklarını ileri sürmek mümkün değildir. Türkiye, AB ile birlikte küreselleşmeye çok daha kısa zamanda uyum sağlayacak, getirilerinden yararlanacaktır.
Tasarruf açığının, dış yatırımlarla kapanması söz konusu olacaktır. (AB’ye tam üyeliğin özendirmesi sonucunda doğrudan yabancı sermaye yatırımlarının artacağını kabul edenler, geçmiş dönem istatistiklerini kullanarak, sağduyu ile bağdaşmayacak ölçüde yüksek olduğuna değinmektedirler. Türkiye’nin AB üyeliği geçmiş verilere dayanan trend analizlerini radikal bozacaktır. Dolayısıyla geçmiş istatistik verilerden hareket etmek ileriye dönük tahminlerde ciddi yanılgıları beraberinde getirecektir. Son dakika gelişmesi türünden bir gelişme bu arada hatırlanabilir; Geçtiğimiz hafta (10 Nisan 2006 sonrası) VW rekabetçiliğini arttırabilmek için bazı üretim tesislerini Doğu Avrupa’ya kaydırma kararını almıştır. Bu, karar Almanya’da 100.000 ek işsiz anlamına gelmektedir. Ancak VW’nin gittiği ülkede çok ciddi bir ek istihdam, gelir, verimlilik, kalite artışı sağlanmış olacaktır.
Türkiye, dünyanın önemli üretim merkezlerinden biri olacaktır.
Nüfus giderek daha eğitimli hale gelecektir.
Artacak istihdamın milli gelir artışı ve gelir dağılımına olumlu etkisi olacaktır.
Eğitimli ve iş sahibi insanlardan oluşan toplumlarda iç çelişkiler çatışma haline gelmemekte, iç barış sağlanmaktadır. Eğitimli ve iş sahibi insanlardan oluşan toplumlarda demokratik gelişme ve insan haklarının yaygınlaşması bağlamında uygun bir temel sağlanmış olduğu kuşkusuzdur. Ancak demokrasi ve insan haklarından söz edilemeyecek uygulamaların bulunduğu böyle toplum ve ülkeler hala vardır (Rusya, Çin buna örnek olarak gösterilebilir). Türkiye’de demokrasi ve insan haklarının yerleşmesine AB’nin yapacağı katkı olağan dışı büyüktür. Halkın kendi iç dinamiklerine olayı bağlamak ve bu etkiyi görmezden gelmek mümkün değildir. Türkiye’de son iki yıldır olan gelişmeleri, içinde yaşadığımız için fark etmiyor olabiliriz.
Eğitimin içeriği, gelecekteki insan coğrafyasının ‘kalitesini’ belirlemektedir. AKP yönetiminde ülkemizde çocuklarımızın nasıl yetiştirilmek istendiği, bu amaçlarına ulaşmaları halinde, gelecekteki insan coğrafyasının nasıl bir demokrasi ve hangi türde insan haklarını uygulamaya koyacağı düşünülmelidir. AKP’nin ‘Eğitim Kültür’ müzakerelerine siyasi kriterleri karıştırmamak yönündeki çabası, metodik olduğu için kendileri açısından olumlu sonuçlanmıştır. AB dayatmasına Türkiye papuç bırakmamıştır diye sevinmediğimi not etmek istiyorum. Her halde, başka başlıklar altında, AB’nin, eğitimin laik içeriği ile insan hakları ve demokratik düşüncenin eğitim yoluyla bireylerin kazanımları haline gelmesinde ısrarlı olacağı (dayatacağı) beklenmelidir.
İç barışı başarmış Türkiye ulaşacağı ya da ulaşmış olduğu eğitim seviyesi ve zenginlik ile gerilerin arasında bölgesel güç olmaktan çıkacak, Dünya genelinde bir güç haline gelecektir. Türkiye’nin ve AB’nin (en azından AB’nin büyük ekonomilerinin) menfaatleri arasında bu noktada bir çelişki görülmemektedir.

SONUÇ
Son yıllarda Türkiye’de yoğun bir AB tartışması yaşanmaktadır. AB üyeliğini isteyenler de vardır, istemeyenler de. AB’ye girmekle ulus-devlet olmaktan vazgeçileceğinden, Türkiye’nin bağımsızlığını yitireceğinden endişe edenler, AB’nin Türkiye’yi zaten kabul etmeyeceğine değinerek, Türkiye’nin hiçbir konuda taviz vermemesini istemektedirler. AB üyeliğini savunanlar da aynı savunmayanlar gibi, günümüzü ve geleceğimizi AB endeksli olarak görmekte ya da bu çerçevede değerlendirmektedir.
Kimi düşünürler, AB’nin mevcut durumunu eleştirmekte, verimlilik artışında 90’lı yılların sonrasında önemli bir performans düşüklüğü yaşadığını tespit etmekte, gelecekteki AB öngörülerinde buradan hareketle olumsuz öngörülerde (yaşlanan Avrupa nüfusunun payandası olmak v.s. gibi) bulunmaktadırlar. Karşılaştırmalı dönemsel analizlerde bu tür farklılıklara rastlamak son derece doğaldır. Bir dönem bir ülke ve coğrafya öne çıkmakta, bir farklı dönemde şampiyon değişmektedir. 1990-2000 yılları arasında verimlilik gelişmeleri AB’nin ABD karşısında geri kaldığını göstermektedir. AB de bunun farkındadır. Lizbon 2000 Bildirgesi bunu göstermiştir. Bildirgede öngörülen önlemlerin hayata geçirilmesine başlanmıştır. Doğal olarak önlemlerin hayata geçirilmesi ve etkilerinin görülmesi zaman almaktadır. Her hal ve kârda Türkiye’nin bu göstergenin ortaya koyduğu olgu dolayısıyla, AB ile birlikte olmak yönündeki tercihini ABD’ye kaydırması, mümkün ve gerçekçi değildir.
Aynı düşünürler, hatta aynı yazılarında ya da konuşmalarında, Türkiye’nin AB’nin imtiyazlı üye olmasına yönelik alternatifleri, ‘Bu çözüm Türkiye’yi tatmin edecek mi’ sorusuyla karşılamaktadırlar. Ben bu düşünürlerin gerçekte neyi hedeflediklerini ve gerçekte neye karşı olduklarını anlamakta güçlük çekiyorum.
AB’nin kötü bir aile olduğunu ifade etmekte, o aileye girilmemesinin daha iyi olacağını söylemektedirler. O kötü aileye iç güveysi olmayan Türkiye’nin hangi aile içinde, hangi koşullar altında bulunacağına ise değinmemektedirler.
Gerçi, bu mazbut olmayan aile yiğit delikanlıyı iç güveysi olarak kabule yanaşmadığı taktirde, bunun yiğit delikanlı için hayatın sonu olmayacağı, bu mazbut olmayan aile ile ilişkilerin dirsek teması halinde de olsa devam edeceği konusunda rahatlattırıcı öngörülerde bulunulmaktadır.
Kötü aile olarak tanımlanan birim, ‘sen bizim içimizde olma, ama sana akraba muamelesi yapalım (imtiyazlı üye)’ dediğinde, aynı düşünürler, ‘bu bizi kesmez’ ifadesiyle silaha davranmaktadırlar. Tanrı aşkına ne istenmektedir? AB iyi midir, kötü mü? İyi ise girelim. Kötü ise, girmeden yakın mı duralım (imtiyazlı üye), yoksa tamamen ‘ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü’ diyerek AB’ye tamamen sırt mı çevirelim. Ne yapalım? Bu soruların somut yanıtları cümleler arasında kaybolmaktadır.
AB’ye karşı çıkanların, neye neden karşı çıktıkları konusunda kafa karışıklığına sahip oldukları düşünülmektedir.
Bu kafa karışıklığının temel nedeni AB üyeliğine atfettikleri ‘maliyetlerin’ aslında AB üyeliğinden değil, küreselleşmeden kaynaklandığını görmek istememelerinin bir sonucu olduğunu düşünmek mümkündür.
Oysa son on beş yılın dünya üzerinde tayin edici gelişmesi küreselleşmedir ve bu, ne Türkiye’deki, ne de diğer coğrafyalardaki insanların bireysel, bilinçli davranışlarıyla etkileyebilecekleri, yönlendirebilecekleri bir gelişme değildir. Bireylerin ve toplumların isteklerinden bağımsız olarak küreselleşme gelişmekte, yaygınlaşmaktadır. AB’ye itiraz edenler aslında küreselleşmeye itiraz etmektedirler. Küreselleşmeye bu satırların yazarı da itiraz etmekte, hiç de sevmemekte ya da sevinmemektedir. Yalnız bu itiraz ya da şikayetlerin herhangi bir değeri de yoktur. AB’ye yönelik itirazlar arasında bulunan ve fakat aslında küreselleşmeye yönelik olanları temizlediğimizde geriye neler kalmaktadır?
Türkiye’nin AB üyesi olmasının, maliyet ve yararları hakkında bizlerin analiz yapması, hem normal, hem de, hatta, zorunludur. Aynı şekilde, AB de Türkiye’nin üye olmasının getireceği maliyet ve yararları ölçmekte, ölçmek durumundadır. Her iki tarafta da maliyet olarak şikayet edilen hususların, aslında, küresel dünyanın empoze ettiği ya da edeceği, karşı çıkılması, etkisinin ortadan kaldırılması pek de mümkün olmayan gelişmeler olmaları halinde, bunların Türkiye’nin AB üyeliği ile ilişkilendirilmesi hatasına düşülmemelidir.
Her iki tarafın da 30 yıl sonrasının dünyasını, Türkiye’nin AB üyesi olma ve olmama seçeneklerine göre kurgulamalarında yarar olacaktır. Dünya, bölge ve Türkiye için, barış ve refah bağlamında hangi seçenek daha iyi gelişmeler önermektedir? Evet, bu bir hesap meselesi. Ezberlenmiş, geçerliliğini yitirmiş sloganlar, altı boş başlıklar ve heyecan unsurundan başka bir özelliği olmayan duygusal söylemlerle ülkemiz, bölgemiz ve de dünya için olumlu katkılar üretmemiz mümkün değildir. Bu Türkler için de geçerlidir, Avrupalılar için de.
Siyasilerin dünyanın her yanında uzun vadeli akılcı, doğru çözümleri görseler dahi popülist yaklaşımlarıyla yanlış çözümlere yönelebilecekleri göz ardı edilemez. Örneğin halk çoğunluğunun karmaşık uluslararası ilişkiler ile ilgili yapılan tüm değerlendirmeleri, öngörüleri bilebilmesi mümkün değildir. Yeterince bilgilendirilmeyen ya da bilgilenmeyen halkın oyuna başvurarak halkın kendisi için en doğru kararı alacağını umut etmek, aldatmaca değil ise, saflıktır. Bugün için Fransa’da geçerli anayasal zorunluluk haline gelmiş, getirilmiş AB genişleme/Türkiye referandumu, halklarının ve dünya barışının kaderini etkileyen yöneticilerin muhteşem bir basiretsizliği, hatasıdır. Benzer hataların önümüzdeki dönemde Avrupa’da da, Türkiye’de de yapılabileceği hesaba katılmalıdır.
Görüldüğü üzere, Türkiye’nin AB’ye üye olması konusunda, Türkiye’de ve Avrupa’da çok ciddi menfaat kesişmeleri olduğu gibi, üyelik sürecini olumsuz etkileyecek bir dizi neden ya da gelişme de bulunmaktadır.
Türkiye için çok önemli gördüğümüz husus, Türkiye’nin müzakere süreci içinde kalmasıdır. Türkiye verdiği ya da vereceği ‘tavizlere’ rağmen –bu tavizler arasında bizim en fazla önem verdiklerimiz; laik eğitimin genişleyerek ve derinleşerek sürdürülmesi, söylem özgürlüğü ve bireysel hakların, bireylerin gönüllerinde (oruç tutmayan kişilerin dövülmesinin akla dahi gelemeyeceği, tercihleri dolayısıyla kızların/kadınların namus ya da töre cinayetine kurban gitmeyecekleri v.b. bir yapı) benimsenmesine yol açacak eğitimin sağlanması, çıkarılan yasaların uygulanması konusunda AB dayatmalarına karşılık verilecek ‘tavizler’dir- AB’ye üye olamasa dahi, süreç içinde gerçekleştireceği değişim ve kazanımları dolayısıyla küresel rekabetin azami yarar sağlayan ülkeleri arasında olacaktır.
Ve sonuç olarak; Türkiye ve insanı, ya egemen, dünyayı yönlendirmeye yönelik karar veren, uygulayan ve dayatan/uygulatan ileri dünya coğrafyası içinde yer alacak ve dolayısıyla başkaları tarafından da uygulanacak kararların oluşumunu etkiliyerek saygın, elitist konumda bulunacak, ya da Türkiye olmaksızın alınacak kararların kendisine dayatıldığı ve uygulamak zorunda bırakıldığı bir ülke konumuna düşecek. Bu, sadece bir ulusal gurur konusu değil. Türkiye çok büyük ve çok önemli bir ülke. Ortadoğu gibi bir cadı kazanında yerleşik. Kültürler arası barışı etkiliyecek, Dünya barışına çok ciddi katkılarda bulunabilecek bir ülke. Bu, bence bizim ülkemize ve Dünya'ya karşı taşıdığımız bir görev, yükümlülük. Ya bunu başaracağız, ki doğru yaklaşım/politikalarla başarırız ve başarmak zorundayız, ya da büyük küçük, komşularımız dahil diğer ülkelerin maskarası olacağız.

Pazartesi, Temmuz 03, 2006

OLUMSUZ GELİŞMELER VE FIRSATLAR

Ekonomik dalgalanma, ABD Merkez Bankasının açıklamaları ve ülke içinde alınan önlemlerle bugün itibariyle durulmuş olduğu gözleniyor. Ancak bu ‘durulmanın’ stabil ya da kalıcı olduğunu düşünmek için aşırı iyimser veya saf olmak gerekiyor.
Küresel gelişmeler, doğal olarak sadece ABD Merkez Bankası ve/veya ekonomik kaynaklı değil. Küresel/bölgesel siyasal gelişmeler ekonomik tabloyu radikal biçimde etkileyebiliyor. İsrail-Filistin bataklığı, Irak’taki ve İran’daki gelişmeler Türkiye’yi ciddi ölçüde rahatsız edecektir. Ancak belki bunlardan daha da fazla Türkiye’yi, AB ilişkilerimizdeki gelişmeler olumsuz etkileyecektir.
Küresel ve bölgesel gelişmelere ek olarak Türkiye’nin iç siyasal dinamikleri, olumsuzlukları büyük bir katsayı ile arttıracaktır.
Geçmişte, kendilerine ‘ilerici’ sıfatını izafe etmiş ya da edilmiş siyasi yapılanmaların eşsiz bir aymazlıkla ihmal etmiş oldukları ‘toplum mühendisliği’ aracı, maalesef –fıkradaki ifadesiyle deli olan ama aptal olmayan- kurum ve kuruluşlar tarafından beceriyle kullanılmıştır. Sonuç olarak, yapılan anketlerin ortaya çıkardığı üzere, Cumhuriyet değerlerinden uzaklaşan, araplaşan insanların, ülkemizde önemli bir orana ulaşması gerçekleşmiştir. Bu yapı AKP gibi bir partinin iktidara gelmesine yol açmıştır. Önemli olan husus, bu partinin iktidara geldikten sonra yapabildikleridir. Cumhuriyet değerlerini özümsemiş, bilinçli bir çoğunluğun varlığında, siyasi iktidarı elinde tutsa dahi, AKP’nin gerçekleştirdiği söylem ve eylemler yapılamazdı.
Erdoğan, Birleşmiş Milletler tarafından Medeniyetler İttifakı’nın Dünya üzerinde oluşturulması yönünde oluşturulan girişimin İspanya Başbakanı ile birlikte eş başkanıdır. Ancak Türkiye içinde kültürler arası barışı sağlamak yönünde değil belirli bir kültürel yaklaşımın egemenliği ve dayatması sağlanmaya çalışılmaktadır. Kültürler arası barışın kültürel temeli, tahammül edebilmek ya da hoşgörü göstermek değildir; daha da ilerisidir. Kültürler arası barış, insanların kendilerinden farklı olan, düşünen ve yaşayanları kendileri gibi normal, kendilerinden olarak görmelerini gerektirir. Oysa içinde bulunulan tabloda, eşi türbanlı olmayana Bürokrasi içinde tahammül dahi edilemediği görülmektedir. Sadece alnı secdeden kalkmayana ilerleme yolu açıktır. Tahammülsüzlük öylesine derin ve keskindir ki, THY gibi çağdaş ve günlük yaşamla temas halinde olan kuruluşlarda yaşanan rezalete rağmen, mevcut yönetimler desteklenmektedir.
Cumhuriyet değerlerinden daha ileri, daha rafine bir kültürel temele oturan AB değerlerinin iktidardaki siyasi kadro tarafından benimsenmiş ya da benimsenebilecek olması beklenemez.
İlk okul düzeyine indirilmeğe çalışılan Cumhuriyetin değerlerine tasallut edici politika ve eylemlerle, geleceğin beyinlerini bugünden çarşaf içine sokmağa gayret edilmektedir. AB değerlerine ulaşmada asgari zorunluluk olan Cumhuriyet değerleri basamağı bugün güçsüzleştirilmeğe çalışılırken, bu basamağı yakın gelecekte tümüyle yok edecek kafalara sahip çocukların, gençlerin üretilmesine yönelik çabalar arttırılmaktadır.
Küresel rekabeti her alanda başarıyla karşılayacak yüksek kaliteli kuşakların yetiştirilmesi, eğitim politikasının temel hedefi olması gerekirken, dinci fanatik rekabetin ortamını hazırlamaya yönelik bir eğitim anlayışı egemen kılınma durumundadır.
Bu olumsuz gelişmeler, Türkiye’yi geriletecek, geriye götürecektir. Sorun, öncelikle, daha iyi yaşamak, çok daha kolay iş bulabilmek, daha çok ve daha kaliteli üretmek, başka ülkelerin insanları tarafından saygıyla karşılanmak ve medeni milletler seviyesine ulaşmak isteyen Türkleri ilgilendirmektedir. Ancak ‘dincileşen’ Türkiye’nin medeniyetler arası barışa, dünya barışına olumlu katkı sağlamayacağı da açıktır. Bu husus, sadece Türkleri değil, medeni dünyadaki tüm insanları ilgilendirir.
AB’ye üyelik sürecinin sağlıklı biçimde gelişmesi bu bağlamda büyük bir önem taşımaktadır.
Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olmasına değin, AB ile görüşmelerin kesintiye uğramaması, AKP tarafından kesinlikle daha fazla tercih edilirdi. AB çapası, makro ekonomik değişkenlerin kabul edilebilir sınırlar içinde dalgalanmasına imkan verebilirdi. Ancak 2004 yılında AB’nin Kıbrıs’ı üyeliğe kabul etmesi gibi, AB açısından da gerçek bir hatayı Türkiye önlememiştir ya da önleyememiştir. Bu, ya Türkiye’nin bilinçsizce yaptığı bir hatadır, ya da AKP’nin ileride AB ile yollarını ayırmada kullanabileceği bir bahanenin, o günlerde oluşumunun temeli atılmıştır. Göründüğü kadarıyla Kıbrıs dolayısıyla taraflar kendilerini bağlamada yarışa girmiş durumdadır. Bu sürecin yıl sonunda müzakerelerin kesilmesini önleyecek önerilerin geliştirilmesini teşvik etmediği açıktır; her geçen gün yapılan söylemlerle, yıl sonuna doğru müzakerelerin kesilmesi olasılığı yükseltilmektedir.
Olumsuzlukları fırsatlara dönüştürmekte gerçekten usta olan AKP yönetimi Kıbrıs’ı da kullanıp, büyüyecek ekonomik olumsuzluklara hamasi kılıf ve bahane geliştirebilecektir. Bugüne kadarki ‘AB’ye taraftarız, ama...’ türünden, önemsiz konularla önemli konuların aynı ağırlığı taşıdığı muğlak açıklamalarıyla, neyi hedeflediğini kesinleştirmemeğe özen göstermiş muhalefetin, Kıbrıs dolayısıyla Türkiye’nin AB üyeliğine yönelik müzakerelerin askıya alınması durumunda AKP’yi eleştirmesi mümkün görülmemektedir. Ancak, muhalefetin bu kaçınılmaz zımni desteği, müzakerelerin kesilmesinin yol açacağı ekonomik sorunları çözmeyecektir.
Ekonomik sorunlar, diğer unsurların sabit kalması (küresel gelişmeler) halinde, Cumhurbaşkanlığı seçimi ve ardından gelecek genel seçimler dolayısıyla, geçtiğimiz bir buçuk ayda hepimizi telaşlandıran ekonomik dalgalanmadan çok daha yaygın ve derin olacaktır.
AKP, AB ile müzakerelerin kesilmesinden ve ekonomik sorunların ağırlaşmasından önce yapılacak erken seçimlerde, Cumhurbaşkanını kendi içinden seçmeğe imkan verecek bir çoğunluğu elde edebileceğini gördüğü taktirde, kesinlikle erken seçime gidecektir. Bu senaryo AKP’nin gerçi ulaşabileceği en iyi durumu göstermektedir; ama 2007 yılında kaçınılmaz olarak yaşanacak ekonomik sıkıntıların ağırlığı üzerindeki etkisi ihmal edilebilir düzeyde kalacaktır.
Bu bağlamda TÜSİAD’ın ‘zamanında seçim – mutabakata dayalı Cumhurbaşkanlığı seçimi’ telkinin ne denli gerçekçi olduğu, bu telkini küçümseyen, eleştiren, reddeden muhalefetteki politikacıların ise ne denli çapsız oldukları ortaya çıkmaktadır. Son bir buçuk aydaki icraatlarıyla ne denli kötü olduğu ortaya çıkan İktidar, kendisinden de kötü olan muhalefet sayesinde, oy oranını hatta arttırabilmektedir.
Siyasal gelişmelerin yol açacağı ekonomik sorunların yıpratıcı etkilerinin azaltılması, bugünden alınmağa başlanılacak doğru ekonomik önlemlere bağlıdır. Bu önlemlerin ne oldukları, içerikleri ve zamanlamaları hakkındaki söz, uygulama içindeki profesyonel iktisatçılara ait olmak gerekir. Ancak vergi tabanının yaygınlaştırılması, sosyal güvenlik sisteminin reformu gibi, yapısal reformların acilen tamamlanması konusunda, muhalefetin ısrarlı olmasında büyük yarar bulunmaktadır. Mevcut muhalefet esas alındığında, umutlu bir beklenti içine girmek pek de mümkün görülmemektedir.
Bugüne kadar muhalefet, yaşanan sıkıntılarla ortaya çıkan, AKP hatalarını eleştirerek kendini tatmin etmiş, bu yaklaşımı ile oy oranının yükseleceğini umut etmiştir. Oysa içi boş sloganlarla, altı olmayan başlıklarla, hırçın ve sıkıcı eleştirilerini son 24 saatin olaylarına odaklayan, gelecek için, yaşanan sorunların çözümü için hiç mi hiç umut vermeyen çapsız, vizyonsuz liderlerin yönettiği siyasal kuruluşlara halk güvenmemekte ve bunu her fırsatta göstermektedir.
Halkın beklentisi, geleceği gören, testi kırılmadan çözüm önerilerini sıralayan, pozitif, açık içerikli, yol haritalı, kısaca, ciddi bir muhalefettir. Bu karanlık tablo, Finlandiya’nın liderliğinde AB’de KKTC için bazı olumlu girişimlerin benimsenmesi ve Türkiye içinde farklı bir politika/muhalefet yaklaşımının kurumsallaşması ile ciddi fırsatlar içeren bir tabloya dönüşebilir.

kalkan

Perşembe, Mayıs 25, 2006

kalkan

kalkan

Sevgili Macit,
Aramızda bu anjiyo-bypass bir moda olma yoluna mı girdi nedir? O oldu, ben de olayım bari gibi.
Her hal ve karda yazdıklarına tümüyle katılarak geçmiş olsun dileğini izninle yineliyorum.

mulkiye68kusak